Advert
as

PARRHESİA, GERÇEĞİ YİTİRMEK VEYA “YAMAN MİLLETİZ DOĞRUSU!”

  • ABDULBAKİ DEĞER
  • 2024-11-06 15:55:28
  • 148 Görüntülenme
  • Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer “Yaman milletiz doğrusu! Sorarım size baylar, gerçek var mı, yok mu Rusya’da?” Biz de aynı şekilde gerçeği yitirmiş durumdayız. Gerçeği yitirmek için canla başla çalıştığımız durumda ne hakikatten bahsetmek ne de dolayısıyla anlamlı bir hayattan bahsetmenin imkânı olabilir” diyor.

    Türkiye enteresan bir türbülansın içinde yol alıyor. Maruz kaldığımız bir doğa olayından bahsetmiyorum. Kendi elimizle kendi gerçekliğimizle temas etmemek üzere girdiğimiz bu hâl bir tür savunma mekanizması olarak işliyor. Gerçeklikle baş etmeniz için onunla yüzleşmeniz gerekiyor. Yüzleşmeyi tercih etmiyorsanız veya yüzleşmeye cesaret edemiyorsanız dengenizi korumak için kabul edilebilir bir rasyonelleştirme çabası içine girmeniz gerekiyor. Türkiye’nin bir akıl tutulması içinde gerçekliği görünmez kılarak kaçışlarını rasyonelleştirme çabası içinde olduğu bu vaziyet gittikçe kronikleşiyor.

    Geldiğimiz noktada, büyük bir tenakuz olsa da, bir taraftan gerçeklikle yüzleşmemiz bir hayat memat meselesine dönüşmüşken diğer taraftan ise gerçeklikle bağların yeniden tesis edilmesinin neredeyse imkânsız olduğu bir sınırdayız. Yüzleşmekten kaçınmak için yapılan bunca tahkimatın ardından hiçbir şey olmamış gibi yeniden baştan başlamak pek mümkün olmuyor. Birincisi kendinizle yüzleşmeniz gerekiyor. Pür bir oportünist değilseniz bu hayli zor olacaktır. Benliğinizin, özsaygınızın muhafazası için bile olsa sürdürdüğünüz rasyonelleştirmeleri devam ettirmek durumunda kalıyorsunuz. Ancak bu rasyonelleştirmeler, bağlamları ile apaçık çelişen bir hüviyete dönüştüklerinde sürdürülmeleri gittikçe zorlaşıyor. İkincisi de siz sürdürme yönünde cüretkâr olsanız bile içinde bulunduğunuz ilişkiler ağı bu oyunu sürdürmenizi, ikna kabiliyetinizi gittikçe zorlaştıran bir duruma yol veriyor. Türkiye özelinde hükümetin ekonomi, siyaset vs gibi alanlarda görece makul bir seyir izlediği zamanlarda bu durumun hem bireysel hem de toplumsal sürdürülebilirliği vardı. Ancak hükümetin rasyonellikten uzaklaştığı, yanlış politikaların maliyetlerinin ağırlaştığı bir ortamda anlatı ile gerçeklik arasındaki mesafe kaçınılmaz şekilde açılmaktadır. Hâl böyle olunca çeşitli motivasyonlarla sürdürülen rasyonelleştirmeler apaçık şekilde irrasyonelleşmeye, irrasyonel görünmeye başlayacaktır.

    Türkiye’nin umumi manzarasının bu yönde seyrettiğini söylemek hilafı hakikat olmasa gerek. Hem kendilerine hem de toplumsal kesimlerin birbirlerine olan inanç, güven ve saygılarında büyük bir erozyon yaşanmış durumda. Bir cemaatler topluluğu olarak ayrı dünyaların, hassasiyetlerin öne çıktığı ülke görünümü bu yaşananlardan sonra iyice pekişti, ortak ilke ve hassasiyetler temelinde toplum olabilme imkân ve ihtimali de azaldı. Kendilerine, kendi inanç ve değerlerine saygıları aşınan, düşünceleri ile pratikleri arasında çelişkili rasyonelleştirmeler dışında bağ kurmak neredeyse imkânsızlaşan postmodern bir cangılı andırıyor kamusal işleyişimiz. Gerçekliği temel bir alan bir konumlanış hem konuşma hem de birbirimizi eleştirme dolayısıyla denetleme imkânı sağlar. Bundan kopulduğunda iş artık bir retorik meselesine dönüşmektedir. Retorik bir söz söyleme sanatı olmanın yanında kendisine eşlik edecek uyumlu bir eylemin varlığından muaf olunmayla da ilintilidir.

    Foucault parrhesia üzerine yazdığı metninde bu kelimenin hakikati, doğruyu hiçbir şeyden sakınmadan, korkmadan çekinmeden cesaretle söylemek olduğunun altını çizer. Burada hem hakikate, hem hakikatin cesurca dile gelişine ilişkin vurgu var. Diğer taraftan yine Foucault’un ifadesinde belirtilen önemli bir husus; hakikatle uyumlu bir eylemin mutlak surette olması gerektiğidir. Dikkat edilirse hakikati söylemenin cesaretle ilintilendirildiği yerde ve ona eşlik edecek bir eylemle bağlantılandırıldığında mevzu biraz çatallaşıyor. Zira bir şeyi söylemenin cesaret gerektirmesi doğrudan asimetrik güç ilişkilerini, riskli iktidar denklemini ima etmektedir. İktidarın kendisinin hakikati konuşmasında bir problem, bir tuhaflık düşünemeyiz. Zaten iktidar olması hasebiyle, güç ilişkilerindeki konumu nedeniyle söylemesinin cesaret gerektirmesinin bir anlamı olmaz. Böyle bir durum doğası gereği saçma olur. Dolayısıyla hakikati söylemenin cesaret gerektirmesinin anlamlı bir hüviyet taşıması ancak, yukarıda da değinildiği üzere, asimetrik güç ilişkileri içinde görece altta olmakla hatta daha doğrusu hakikati iktidara karşı dile getirmekle ilintili olmak zorundadır.

    Güçlü ve tahakküm kapasitesi yüksek olana karşı dile getirilen hakikat ancak cesaret gerektirebilir. İkincisi bağlantılı olan husus ise hakikati cesurca dile getireceklerin hakikatle kurdukları ilişkinin sahih olması gerektiğidir. O hakikat doğrultusunda bir eylemlilikle hayat sürdürüyor olması hem cesareti anlamlılandırır hem de iktidara yönelik hakikati güçlü ve etkili kılabilir. Hakikatin kendi başına da güçlü olduğu düşünülebilir, söylenebilir elbette. Ancak yine de hakikati dillendirenin onu taşıyabilecek bir durumda olması çok büyük önem arz etmektedir. Foucault’un da örneklediği gibi Sokrat’ın ölüm sürecini unutulmaz kılan şeyde somutlaşan budur.

    Hakikati cesurca söylemek, hakikati yerleşik güce karşı söylemek ve hakikat uyarınca bir yaşam sürmek. Dolayısıyla hakikati söylemek hem alabildiğine riskli hem de hayatı onun etrafında şekillendirmeyi gerektiren zorlu bir varoluşla bağlantılıdır. Bu anlamıyla parrhesia; hakikatle, kendimizle, ötekilerle sorumluluk üstlenerek ahlaki bir ilişki tesis etmeyi içerir. “Parrhesia, konuşmacının hakikatle olan kişisel ilişkisini ifade ettiği, hakikati anlatma eylemini başka insanlara ( ve aynı zamanda da kendisine) yardım edip onların durumunu düzeltme amacını taşıyan bir ödev gibi gördüğü ve bu nedenle hayatını riske attığı bir sözel etkinliktir. Parrhesia’da konuşmacı, özgürlüğünü kullanır ve kandırma yerine dürüstlüğü, sahtelik ya da sessizlik yerine hakikati, hayat ve emniyet yerine ölümü, yaltaklanma yerine eleştiriyi, kendi çıkarını koruma ve ahlaki kayıtsızlık yerine ahlaki ödevi seçer.”

    Türkiye’deki vaziyetimizin nasıl olduğunu iyice belirginleştirmek açısından parrhesia çözümlemesinde Fouacult’un dikkatlerimizi çektiği bir hususa daha değinmekte yarar var. Bilindiği üzere teknik bilgi, yapma bilgisi olan techne ile hakikati söylemek olan parrhesia arasında fark var. Teknik bilgi, uzmanlık bilgisi zaten tabiatı icabı çok da tartışmaya konu edilen, ihtilaflar doğuran dolayısıyla toplumsal çatışmanın üzerine bina edileceği zemin olma ihtimali son derece düşük bir alandır.

    Techne’ye ilişkin bilginin paylaşımı dolayısıyla derin sosyal-siyasal huzursuzluğun yaşanması, kamusal ve kurumsal işleyişin rayından çıkması düşünülmez. Zaten genel işleyişin bu bilgiye dayalı olarak işlemesi beklenir. Teknik alandaki bilginin bile yerleşik ilişkinin seyrinde dikkate alınmadığı, fantastik bir takım rasyonelleştirmeler üzerinden hedef alındığı bir düzlemde yaşadığımız yabancılaşmanın nasıl sınır tanımaz boyutlarda olduğunu görebiliriz. Techne’nin başına gelenlere baktığımızda parrhesia’nın vaziyetinin ne olduğunu gözlemliyoruz.

    Hakikati fısıltılar içinde mahrem alanlarda dillendirilen bir şey olmaktan çıkarıp agorada haykırılan bir söze dönüştürmediğimizde türbülansın içinde yol almaya devam ediyoruz demektir. Türbülanstaki savruluşun “yol almak” şeklinde ifade edilmesindeki ironi şüphesiz çok açık. Bu mevzu spekülatif bir zihinsel egzersiz olmanın ötesinde içinde bulunduğumuz ekonomik, siyasi ve ahlaki krizle doğrudan bağlantıldır. Bir tür çürüme halinde seyreden durumla yüzleşme, bu durumu afişe etme yönünde bir çabadan yoksun olduğumuz gibi böyle bir şeyi düşünmenin bile ağır geldiği travmatik bir noktadayız. Zaten böyle bir durumda olmasak eğitimdeki müfredat-mülakat tartışmamızdan “rayonelliğe dönmekten başka seçeneğimiz yok” ifadesine, “EYT büyük hataydı” çıkışından yüzlerce kez değiştirilen ihale kanununa vs. uzanan çarpıklıklar hayat bulabilir miydi?

    Dmitri Fyodoroviç Karamazov’un babasını öldürmekten yargılandığı mahkemede jürinin kararını açıklaması için verilen arada duruşmayı izlemeye gelmiş olanlardan birisi şu ifadeyi kullanır: “Yaman milletiz doğrusu! Sorarım size baylar, gerçek var mı, yok mu Rusya’da?” Biz de aynı şekilde gerçeği yitirmiş durumdayız. Gerçeği yitirmek için canla başla çalıştığımız durumda ne hakikatten bahsetmek ne de dolayısıyla anlamlı bir hayattan bahsetmenin imkânı olabilir.