Müfredat, makbul vatandaş ve
güzel cevaplarımız
Ayşe Kadıoğlu “…Cumhuriyet
Türkiye’sinin en ideal öğrencileri soruların cevaplarını bilen ancak kendileri
soru sorma alışkanlığı edinmemiş kişiler olarak yetişmişlerdir” tespitinde
bulunur. Tespitin devamı çok daha çarpıcıdır: “Nitekim “…çıplak bir düşünme
anını simgeleyen …Düşünen Adam (heykelinin) Türkiye’de bilinen en popüler
kopyası bir akıl hastanesinin bahçesinde bulunmaktadır.” Müfredat
tartışmalarının yapıldığı bu süreçte hem tartışmanın biçimi hem de içeriği
paylaştığım tespitin nasıl da isabetli olduğunu teyit ediyor. Tartışmanın
koordinatları mevzuyu ne tür bir düzlemde tartıştığımızı veya tartışmadığımızı
doğrudan belirliyor. Türkiye’yi normal bir tarihsel arka plan, kendi doğallığı
içinde seyreden bir devlet-toplum ilişkisi üzerinden alırsanız daha doğrusu bu
boyutları tartışma dışı tutarsanız pekâlâ bir müfredat tartışması yapabilirsiniz,
teferruatlı bir düzenlemeye de girişebilirsiniz. Ancak meselenin bağlantılı
olduğu esas alanı ve dinamikleri göz ardı eden her okuma tabiatı icabı atıl
kalmaya mahkûmdur. Tıpkı uzun bir süredir ülkemizde bin bir emekle verdiğimiz
eğitim mücadelesinin memnun olmadığımız düzeyde kalması gibi.
Hayatımızın çeşitli
alanlarında giriştiğimiz düzenlemelerin, eğitimde olduğu gibi, bekleneni
vermemesi sadece hayatın kompleks, öngörülemez niteliğinin karşımıza çıkardığı
engellere bağlayamayız. Elbette insan hayatı her türlü planı, mühendislik
faaliyetini hele hele bu hayatın doğal ritmine uymayan ideolojik-politik
arzuları çökertecek hesaba gelmeyen unsurları içinde daima barındırır. Zaten
insanın bir tarihinin olmasının, bir uyum aparatı olmaktan öte bir varlık
olmasının anlamı ve önemi de buradan gelir. O halde bu tartışma bağlamında
yapmamız gereken temel tespit; yürüttüğümüz eğitim faaliyetini etkisiz,
işlevsiz kılan hususun hayatın kendi doğal değişim dinamiğinin olmadığı
gerçeğidir. Şüphesiz büyük bir değişim-dönüşüm dalgası içindeyiz ve
yürüttüğümüz faaliyetin kaderine etki eden bu dalgayı inkâr edemeyiz. Ancak
müfredat tartışmasında MEB tarafından meşrulaştırıcı bir gerekçe olarak ileri
sürülen değişim-dönüşüm dalgası hem meseleyi kendi asli ve geniş bağlamından
kopartıyor hem de teknik ve kaçınılmaz bir bugüne adaptasyon sorununa
indirgeyerek olanı biteni manipüle ediyor.
O halde kimsenin itiraz
etmeyeceği, edemeyeceği meşrulaştırıcı gerekçeyle bağlamından koparılan ve
manipüle edilen şeye odaklanmamızda zaruret var. Şu an yürüttüğümüz şekliyle
tartışma tam da sınırları çizilmiş bir alanda beklenen şekilde, içerikte ve
düzeyde yürütülen bir tartışmadır. Bu sadece bir iktidar odağının stratejik
müdahalesi olarak değerlendirilmemelidir. Onu da içeren daha geniş ve kapsamlı
bir durumla karşı karşıyayız. Türkiye’nin tabiri caizse dünyayla oryantasyonuna
rengini, ruhunu veren varoluş biçimi var. Bu varoluş biçimi hayatla, toplumla,
sorun tanılama ve çözüm üretme sistematiği ile belirli şekilde davranmayı,
belirli şekilde bir ilişki tesis etmeyi normalleştiriyor. Bunu sadece iktidarın
davranışlarına yön veren müesses nizam olarak düşünmeyelim. Aynı zamanda
iktidarın uygulamalarına karşı çıkanları da içeren çok daha geniş bir düzlem
var karşımızda ve tam da bu geniş düzlemi düzenleme, belirleme kapasitesi
nedeniyle müesses nizamdan bahsettiğimizde esaslı bir şey söylemiş oluruz. Bu
yüzden zannedilenin aksine iktidar odağında hangi aktörlerin olduğundan,
onların ideolojik-politik aidiyetlerinin ne olduğundan daha öte bir şeye vurgu
yapar müesses nizam. İktidarın her türlü tasarrufuna karşı muhalefet ederken
bile sizi yönlendiren, ufkunuzu belirleyen dokunun, iklimin ayırdına varmamız
gerekiyor. Çünkü nihayetinde bir noktadan sonra iktidarın ve muhalefetin de
belirli hatta kalmasını ve hareket etmesini sağlayan bir şeyden bahsediyoruz.
Tartışmayı taşıyan zemini
dikkate alarak hareket etme zaruretimizin altını çizerek başlamalıyım.
Tartışmanın yapıldığı alan, alanın içinde yer aldığı bağlam dikkate alınarak
ancak değerlendirilebilir.
Çünkü alan hem varlığını ve
meşruluğunu hem de anlamını ve olası işlevini bağlantılı olduğu bu geniş
bağlamdan alıyor. O halde bakanlığın paylaştığı son müfredata ilişkin bir şey
söyleyebilmek için ancak devam ede gelen uygulamayla birlikte ele alındığında
mümkündür. Türkiye’nin modernleşme sürecinden bu yana modern eğitimin
konumlandırıldığı bir yer var. Bu yerin temel motivasyonunun makbul vatandaş
olduğu bugün neredeyse tartışma dışı bir veri olarak önümüzdedir. Makbul
vatandaşa odaklı bir düzeneği sorgulamak ile makbul vatandaşın içeriğinin nasıl
olacağını tartışmak arasında çok temel bir fark var.
Türkiye’de başından bu yana
makbul vatandaşın kimliğinin ne olacağına ilişkin ideolojik-politik bir
çatışma, bir mücadele var ve maalesef bu mücadele bugün de yürürlüktedir. Bu
mücadelenin niteliği ayrı bir tartışma olmakla birlikte devlet tekelinde
yürütülecek bir mühendislik faaliyeti ile mamul edilecek vatandaşın hangi
donanımda olacağı bir egemenlik meselesidir ve aynı zamanda gösterisi ve
göstergesidir. Nitekim müfredat meselesi esas itibariyle epistemik otoritenin
kim olduğunu söylemesi itibariyle önemlidir ve hararetli tartışmaya konu olması
da bir yönüyle bu yüzdendir.
Önce müfredat bağlamında
MEB’in tarihsel süreklilik içerisinde devam ettirdiklerine bakalım. Ardından da
varsa ayrıştığı hususları inceleyelim kısaca. MEB, esas itibariyle kendi
tarihsel sürekliliğini çok fazla bozmadan sürdüren dirençli bir yapı. Mevcut bakanın
müsteşar iken belirttiği gibi “MEB’de Cumhuriyet’in başından bu yana
paradigmatik bir değişim yaşanmamıştır, teknik-tali konularda minimal
değişikliklere gidilmiştir.” Yeni müfredatın paylaşıldığı bugünlerde de durum
aynıdır. MEB’in yasal dayanaklarında hiçbir değişikliğe gidilmemiş, yapı,
işleyiş ve ilişki olduğu biçimiyle yürürlükte tutulmuştur. Ne ideolojik-politik
kimlik, ne otoriter-merkeziyetçi-hiyerarşik yapı ve ilişki hedef alınmıştır.
Tersine bu temel noktalar sorun edilmemiş, tartışma dışı bırakılmıştır.
Dolayısıyla Tevhid-i Tedrisat’tan 1739 Sayılı MTK’ya kadar mevzuatın aynıyla
kaldığı, eğitimin içinde yer aldığı genel ekonomi-politik düzenin tüm mantık ve
kurgusunu devam ettirdiği dolayısıyla eğitimin makbul vatandaş üretim tezgâhı
olarak görüldüğü ve kullanıldığı bir yerde yapısal, paradigmatik, köklü bir
değişimden bahsetmek anlamsızdır. Durum böyle olduğu halde MEB’in müfredat
açıklamasını sistemin dinamikleri ile oynayan köklü bir girişim olarak sunumu
da hangi muhalif kesimden ve hangi saikle gelirse gelsin gerçeği manipüle eden
ve statüko lehine çalışan bir hamle olarak kaydedilmelidir.
Gelelim MEB’in yeni müfredatla
getirdiği ayrışan hususlara. Kamuoyundaki tartışmanın odaklandığı nokta da
burası zaten. Cumhurbaşkanının zaman zaman dile getirdiği “dindar nesil”
vurgusunda somutlaşan talep yeni müfredatın esas itibariyle örtük amaçlılığını
oluşturuyor. Açıklanan müfredatın başlığına seçilen “maarif” kelimesinden tutun
yerli, milli, medeniyet vurgularının tümü bu amaçlılığın göstergeleri olarak
okunabilir. Ancak anlamlı ve bütünlüklü bir sembolik dilden ziyade derme çatma
bir retorikten öte olmayan bu tasarımın açıklayanların da tecrübeyle
görecekleri üzere yeni bir reform söylencesinin hedefi olmak üzere sırasını
beklemekten öte bir anlamı olmayacaktır. Vaveyla ile açıklanan 2023 Vizyon
Belgesi de benzer bir dil üzerinden kamuoyuyla paylaşılmış ancak 2024’e
eriştiğimiz bu günlerde Vizyon Belgesi’nin adı bile kalmamışken biz on
yıllardır yaptığımız şeyi aynı şekilde yapmaya devam ediyoruz. MEB’in bir
şeyler değiştiriyormuş havası yaratarak müesses düzeni sürdürme gibi sıra dışı
bir tecrübesi var. Aslında bu tecrübe bir Türkiye tecrübesidir ve öylesine
baskın ve kalıcıdır ki her toplumsal kesimde, her iktidar adayında metamorfoz
oluşturabilecek kudrettedir.
Bugüne kadar yaptığımızı
benzer şekilde yapmaya devam ettiğimiz bugünlerde açık açık konuşmakta zaruret
görüyorum. Operasyonel bir sürecin içindeyiz. Operasyonu iki türlü anlamamızda
yarar var.
Hedef aldığınız toplumu
belirli yöne yönlendirme amaçlı operasyon olduğu gibi bakışı kaydıran, bakışa
ayar veren başka türlü operasyon da olabilir. Bunları doğrudan iktidar
hamleleri olarak görmemiz gerekmiyor. Bir komplodan bahsetmiyorum. Daha büyük
bir iktidardan, onun yönlendirmesinden, gündelik hayatımızın akışına normuna,
normaline yön veren kodifikasyona bakmamız gerekiyor çünkü başımıza gelenler
hatta iktidarda olduğunu zannedenlerin de başına gelenlerin bundan bağımsız
olduğunu söylemek aşırı saflık olur. Matruşka gibi. İktidar içinde iktidar,
onun içinde başka bir iktidar.
İktidar ilişkilerinden bağımsız steril bir alandan söz etmiyorum, böyle bir şey beklemiyorum. Ancak güç ilişkilerinin ve müdahalelerinin olabildiğince açığa çıkarıldığı bir düzlem en azından kaba saba müdahalelerin, manipülasyonların ve işlevsiz uygulamaların sınırlanması açısından önemli işlev görecektir.
Müfredat tartışmasının zemini
de bu açıdan dikkate alınmalıdır. Aktarılacak şeyin, aktarılma şeklinin
şüphesiz eğitim faslında önemli bir yeri var. Ancak bunun nerede, hangi
düzlemde, hangi ortamda, hangi gerçeklikte ve ilişki zemininde olduğu çok daha
önemli. Doğallaştırılan, gözden kaçırılan, tartılma dışı bırakılan yerleri not
etmemiz gerektiğini, bunları göz önünde bulundurmayan tartışmanın yürürlükteki
kandırmacayı sürdürmeye yaradığını belirtmemiz gerekiyor. Cumhuriyet’in ideal
öğrencileri olarak verilen cevapları ne kadar bildiğimiz tartışmaya açık ancak
sorulması icap eden soruları sormaz hale getirildiğimiz aşikâr. Müfredat
dediğimiz düzenlemenin ideolojik, otoriter, merkeziyetçi, katılıma açık
olmayan, Türkiye’nin kronik hastalıkları ile malul ve eğitimi ideolojik bir
aygıt olarak gören yapı içerisinde anlamsızlaşacağı izahtan varestedir. Tam da
bu anlamsızlık yüzünden manipülatif olarak görülmeli ve bizi gerçekten
dolayısıyla anlamlı bir çözümden uzak tuttuğu için eleştirilmelidir. Modern
eğitimin temel parametrelerini görmezden gelerek bir takım teknik
düzenlemelerle ideolojik-politik tahayyülleri devlete yaslanarak gerçekleştirme
beklentisi toplumu şahsiyetsizleştirmek, kimliğinden, aidiyetinden soyundurmak
ve istenilen için bir ameliyat alanına çevirmektir. Yukarıda da değindiğim
üzere Türkiye’de temel ve genel mesele; devletin belirleyeceği bir makbul
vatandaşın renginin ne olacağı meselesi olmaktan çıkarılmadığı müddetçe yanlış
zeminde enerji tüketmeye devam edeceğiz. Türkiye’de ve dolayısıyla eğitim
alanında mesele; makbul vatandaş düzeneğini sorgulamak, onu atıl hale
getirmektir.
Zannedildiği gibi bu düzenek bir çözüm mekanizması değil tam tersine sorun odağıdır ve bir tecrübenin, bir pratiğin, bir zihniyetin dışavurumudur. Müfredat bizi düzenekle hesaplaşmaya değil düzenek içinde pozisyon kapmaya çağırıyor. Bu da hem gerçeği görmekten ve anlamlı bir çözüm üretmekten bizi alıkoyuyor hem de bu şekilde statükonun devamını sağlıyor. Anlamlı sorular yerine güzel cevaplarımız olduğunda bunlar maalesef kaçınılmaz oluyor.