Tarım ve sanayi gibi iki
büyük tarihsel kırılmanın ardından çok daha köklü ve hızlı bir sürecin
içerisinde yol alıyoruz. Harvey zamanın ve mekânın sıkışmasından bahsetmişti.
Özellikle son yarım asırdır bilgi ve iletişim teknolojilerindeki dönüşümle
birlikte hayatımızın iyice başkalaşması durumu, alıcısı olan bir tartışma
olmasa da, semptomları üzerinden belirgin şekilde hissedebileceğimiz bir
gerçeklik. Dünyamız insanlık tarihinin bu büyük kırılmalarının düşünsel ve
pratik görünümleriyle eşzamanlı olarak yaşandığı post modern bir sahneyi
andırıyor. Eşzamanlılık sadece dünyanın birbirinden kopuk farklı bölgelerinde
gerçekleştiği anlamına gelmesin. Aynı mekânsal ölçek içerisinde insanlık
tarihinin bu büyük kırılmalarının yapısal özelliklerini yansıtan yaşam formları
varlıklarını sürdürüyor. Bir katman içerisinde farklı dünyalar, farklı dönemler
bir arada.
Berger ve Luckmann farklı kimliklerin, inançların, aidiyetlerin bu yoğun karşılaşmalarını diğer bir ifadeyle çoğulculuğu anlam krizinin en büyük nedeni olarak ileri sürerler. Çünkü çoğulculuk formu ortak değer sistemlerinin ve anlam stoklarının hayat zeminini tahrip ediyor, kültürün ve kimliğin istikrar zeminini ortadan kaldırıyor. Şüphesiz eklemlenme, melezleşme vs. gibi yeni formlarla karşılaşıyoruz ancak hem köklü yapısal farklılıklar hem de bağlantılı şekilde ortak anlam üretimine yol açacak bir ilişkinin, iletişimin güçlüğü bizi işlevsel çözümden alıkoyuyor. Biraradalıklar var ancak bu parçalılık anlamlı bir bütüne, makul ve sürdürülebilir bir işleyişe yol vermiyor. Tersine gerilime, çatışmaya, güvensizliğe, giderek içe kapanmaya, kendi farklılığını üretmeye ve bunu ilişkinin odağına yerleştirmeye savuruyor. Şüphesiz ayrım önemli, şüphesiz kurucu dış bize bir varlık hissi, düşüncesi veriyor. Ancak yeni gerçeklik bir taraftan ayrımı ve kurucu dışı aşırı abartılı bir hale sokan refleksif tutumlarla karikatürleşmeye, geç kalmış bir radikalizme, saçmalamada sınır tanımayan kötücül bir düşmanlığa sürüklüyor diğer taraftan ayrımı, kurucu dışı tarif edecek ölçütleri çözüyor, kullanılamaz hale getiriyor.
Ölçüt ile fiili gerçeklik arasında bir temassızlık var ve bu tam da anlam krizi dediğimiz şeyle ilgili olsa gerek. Dolayısıyla ortada yeni şeyler söylemeyi zorunlu kılan yeni bir gün, yeni bir dönem, yeni bir gerçeklik var. Ve bütün bunların getirdiği sancılar, adaptasyon güçlükleri var. Bizi karşı karşıya bıraktığı açmazları bırakın anlamlı bir çözüme kavuşturmayı bir tür yaralı/yırtık bilince, parçalı kimliklere, yarılmış benliklere ve dolayısıyla toplum olamamaya, anlamsız çatışmalara, sığ ideolojik-politik kamplaşmalara, yüz yıl öncesinin şartlarında şekillenmiş bir oyuna ve oyununun kurallarına ayarlı bir yaşam formuna mahkûm ediyor. Berger ve Luckmann görece ortak bir dünyada, sosyal, kültürel, ekonomik ortak zeminde yer alan farklı inanç, ideoloji ve kültür aidiyetlerinin biraradalığının ortaya çıkardığı anlam krizinden bahsediyorlar. Oysa yukarıda değindiğim ölçekte bir farklılık hem krizin nasıl büyük hem de olası çözüm arayışlarının nasıl hayati önemde olduğunu ve aynı zamanda bu oryantasyon çabasının nasıl büyük bir titizlik, entelektüel çaba ve siyasal maharet gerektirdiğini gösteriyor.
Bu kasvetli manzaranın tecessüm ettiği yerlerden birisi de şüphesiz Türkiye’dir. Premodern koşullardan ultra(post)modern görünümlere, yüklü hafızadan yaralı şuuraltına, devleti dönüştürmekten ziyade kimin ortak olacağına ve dolayısıyla toplumsal kesimlerin birbirinin ayağını kaydırmaya indirgenen siyasetten sosyo-kültürel aidiyetlerin çözülüşüne-radikalleşmesine hâsılı kelam garip hallerin, tepkilerin ve eklemlenme biçimlerinin hüküm sürdüğü bir yerdeyiz. Günümüz dünyasının alametifarikasına dönüşen dijitalleşmenin de etkisiyle hayatımızın her alanı neredeyse kriz alanı. Krizin derinliği çaresiz stratejilere, anakronik çözümlere, işlevsiz pratiklere, hayatlarımıza musallat olan ezberlere zemin açıyor.
Bünyeyi kriz anında ayakta tutmaya matuf reflekslerimiz savunma mekanizmamızdan geliyor. Gelgelim bu refleksler alternatifi olmayan varoluş stratejileri olarak benimsedik, aynı şekilde benimsemeye devam ediyoruz maalesef. Enfokrasi kitabında Chul Han dijitalleşmenin patolojik bir fenomeni olarak tanımladığı truthinnes kavramından bahsetmektedir. “2005’te New York Times, hisse/isteğe dayalı doğruluk (truthinnes) neolojizmini zamanın ruhunu yakalayan kelimelerden biri olarak seçti. Truthinnes, hakikat krizini yansıtmaktadır. Bununla kastedilen, herhangi bir nesnellikten, herhangi bir olgusal sağlamlıktan yoksun, hissedilen hakikattir. Öznel keyfilik hakikati yürürlükten kaldırır. Gerçeklik karşısında nihilist bir tutumu ifade eder.”
Bilindiği üzere benzer şekilde içinde bulunduğumuz dönem için post truth tanımlamaları da yapılıyor. Hakikate, nesnel gerçekliğe, olgulara, kanıtlara ilişkin bir tür imkânsızlığı içeren bu tarz; duygulara, inanca, keyfiliğe yaslanarak meşruiyeti ve dayanağı da kendinden alarak bir tür “keyfim nasıl istiyorsa!” modunda iş görüyor. Bu şartlarda siyaset de olguları, destekleyici kanıtları, ötekinin yargılamasını, denetlemesini mümkün kılan ve talep eden bir aklı dışlayarak “biz öyle söylüyoruz, inanıyoruz, hissediyoruz” ile yetinilerek sürekli tekrar edilen kapalı devre bir iç propagandaya, bir realiteyle savaşa dönüşüyor.
Aşırı dijitalleşmenin yanı sıra sosyo-politik yapımızın tarihsel niteliği de yürüttüğümüz siyasetin, hayatla kurduğumuz ilişkinin keyfilikle malul olduğunu ve dijitalleşmenin patolojik bir fenomeni ve demokrasi krizinin ana nedeni olan truthinnesi neredeyse bizim için deja vu haline getiriyor. Gerçeklik kaybı veya gerçekliği dikkate almama, alabildiğince çarpıtma, keyfilik olarak baktığımızda hayli tanıdık bir manzara ile karşı karşıya olduğumuz görülüyor. Siyasetimiz parçalı ve sorun çözücü değil, asayişçi, katılıma izin vermiyor, son derece dar, resmi anlatıyla bloke edilmiş, meşruiyet zemini katı ve alabildiğine sınırlı vs. Fiili gerçekliği resmi bir rasyonalitenin cenderesinden geçirmek isteyen dolayısıyla bizatihi siyasetin varlığına ve işleyişine halel getiren bir işleyiş yürürlükte.
Türkiye’de gerçek anlamda siyasetin varlık zeminini hunharca kundaklayan bir gelenek iş başında. Zira siyasetin icra edileceği alanda tasallut kuran bir devlet var, orayı devlete, devletin tartışmaya açık olmayan tercihlerine, perde arkasının sınırsızlığında denetimsizce iş gören kanatlarına, aktörlerine kapatılmış vaziyette. Ece Ayhan’ın belirttiği gibi, böyle olunca da, ülkemizde bir anlamda düşünce tartışması memur dalaşına dönüşüyor, siyasette devletin tartışma dışı kılındığı, dokunulamadığı bu yüzden de bir anlamda belediyecilik faaliyetlerinin mevzubahis edildiği bir tali alana dönüştürülüyor.
Açıkçası ne toplumsal kesimler ötekini de kuşatan sahici hikâyeler oluşturabiliyor ne de siyaseti hikâyenin konuşulduğu, tartışıldığı ve taşındığı bir zemine dönüştürebiliyoruz. Anlamlı bir hikâye oluşturmak, kuşatıcı bir anlatıya dönüştürmek zaten başlı başına büyük bir zorluk. Diğer taraftan içinde yer aldığımız sosyo-kültürel iklim, ideolojik-politik atmosfer yanlış ve yönlendirici olduğu kadar sakatlayıcı da aynı zamanda.
Neredeyse bütün toplumsal kesimler gibi politik hareketler ve aktörler de geçmişleri tarafından lekelenmiş haldeler. Geçmişe yönelik referansın anlamı olmuyor çünkü hikâyenin gerçekliği var, hafıza üzerinde neye karşılık geldiği belli. Bir geçmişten yoksunmuş gibi konuşursanız bunun da anlamı olmuyor. Çünkü konuşmanızın ağırlığı, neye karşılık geldiği vs. ancak konuşan kişi, konuşan kişinin hafızada ne tür imgelerle var olduğuyla ilgili. Konuşmanın kendi başına anlamı yok, kimin konuştuğu önemli ve konuşanların her birine bir yaşanmışlık refakat ediyor.
Türkiye açık konuşmak gerekirse bir handikap yaşıyor. Mesele sadece bireysel performanslarla ilgili değil. Hangi tarihsel damarlara yaslandığımız, hangi tarihsel bloğun sözcülüğünü üstlendiğimiz ve hangi akımla, ne tür bir ilişki tesis ettiğimiz önem arz ediyor. Mevcut yapıyı muhafaza eden, yapısal olarak sorun etmeyen siyaseti bir tür matematiksel işleme çeviriyor. Bağlantılar, manevralar, taktikler vs. Elbette siyaset bir yönüyle bu tarz hesapları barındırıyor. Ancak siyasetin bir tür mekanik hâl alması anlamına gelen bu durum ilkeleri, değerleri, ihtiyaçları, talep ve beklentileri, günümüz gerçekliğini vs. ilkesel bir dönüşümün perspektifinde görmeyi engelleyen boyuta kaydırıyor bizi. Ondan sonrası iktidar paylaşımı, devletin başka ellerde bir tür “var biraz da sen oyalan!” kabilinden müesses nizamın devamlılığına can suyu taşımak anlamına geliyor. Türkiye’de yerleşik düzen kendisini kullandırarak, kendisini ortak kılarak, kendisine fiilen mahkûm ederek her bir aktörün muvazenesini alt üst ediyor. Buradan da kendi hayatiyetine güç aktarıyor. Ancak mesele sadece ölmek veya ömür uzatmak değil. Türkiye’yi uzun ömürlü kılarken aynı zamanda sıhhatli, huzurlu, zinde, güven verici kılabilmektir. Vatandaşları için, kendisi için, insanlık için.
Türkiye tarihsel olarak beka problemini bir hayatta kalma olarak gördüğü ve bununla sınırlı tuttuğu için bir noktadan sonra olağanüstü dönemlerin tetiklediği bu saplantılı ruh halini ve politikayı bir norma dönüştürdük. Çürümüş bir şekilde hayatta kalmanın bizatihi var kalmış olma gerçeğinin altında görünmez, anlaşılmaz ve anlamsız kılındığı bir yerde hayat sürüyoruz. Ara ara Türkiye’nin bu hastalıklı varoluş halinin dışında paylaşıma, adalete, özgürlüğe, devletin yapısal dönüşümüne, katılıma, müzakereye vs. referansta bulunduğu ve bunların açtığı alan üzerinden kendi kronik sorunlarıyla yüzleşebilme atılımını gösterdiği anlar olmuştur. Türkiye açısından Bu yönüyle adeta yıldızın parladığı anlarda maalesef gerekli zihinsel atılımı gösteremediğimiz gibi kararlılığımızı sürdürecek cesareti göstermekten de yoksun kaldık.
Türkiye’nin şu kritik döneminde de muhtaç olduğumuz şey bu tarz bir şeydir. Siyaseti mekanik, gündelik hesapların kıskacından çıkarabildiğimiz oranda şansımız var ve şansımızın varlığı ve büyüklüğü kamusal katkı ve denetimle, canlılıkla, anlamlı bir varoluşla mukayyet. Siyaseti kişiliklerin, bireysel faziletlerin teminatında katletmekten çıkartarak kurumsal-kamusal ortak iyinin inşasına hasrettiğimiz oranda şansımız var. Sevgimizin ve nefretimizin bizi adaletten alıkoymasına fırsat vermemek kaydıyla şüphesiz.