Tanpınar’ın insanımızın doğu-batı arasındaki bocalamasını
anlatan Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanı sadece roman olarak değil aynı
zamanda karakterleri olarak da çarpıcı bir görünüm arz ediyor. Kısaca bu
bocalama ortamlarında bilimin teori ve pratiğiyle nasıl olduğunu, nasıl
görüldüğünü temsil eden Dr. Ramiz bunun örneklerinden birisidir. Dr. Ramiz bir
tespitinde gerçekliğimize dair kritik bir tespitte bulunur. Mealen psikanaliz
icat edildiğinden beri artık herkes biraz hastadır der. Hastalık burada
uyumsuzluğu, rahatsızlığı görülen bir şey olmaktan çıkıyor alanın, aracın
belirlediği bir şeye dönüşüyor. Yapılan zekâ tanımını çağrıştırıyor bu husus.
Bilindiği üzere zekâ ile ilgili tanımlamalarda çekilen güçlük nihayetinde işi
“zekâ testlerinin ölçtüğü şeye zekâ diyoruz” şeklinde bir boyuta getirmişti.
Bize öyle değilmiş gibi, bizden uzakmış gibi gelse de bu tarz totolojik
ilişkiler yumağında hayat sürdürdüğümüzü inkâr etmek mümkün değil.
Dr. Ramiz’in psikanalize ilişkin tanımlaması bana modern
eğitimle kurduğumuz ilişkiyi çağrıştırıyor. Nasıl ki psikanaliz icat olduğundan
bu yana hepimiz biraz hasta görülüyorsak modern eğitim de icat olduğundan bu
yana hepimiz biraz cahil olarak görülüyoruz. Gerçekliğimizden, gerçekliğimizin
gerçekliklerine yaslanan bir alan değerlendirmesi yapmakla alana başka bir
mantıksal kurgunun, başka bir hikâyenin, başka bir gerçekliğin, başka tür
hesabın ve önceliğin belirlediği araçla bakmak, alana bu pencereden bakmak ve
alanı bu şekilde değerlendirmek arasında hayati fark var.
Türkiye tarihsel olarak bu farkı teknik bir mevzu olarak
görmekle, böyle konumlandırmakla mevzunun gerçekten de öyle konumlandırılacağını,
bu şekilde teknik bir mevzuya dönüşeceğini varsayıyor. Varsayabilirsiniz tabi.
Ancak varsaymamız mevzuya varsayıldığı şekilde olma zorunluluğu getirmiyor. Siz
pekâlâ bir şeyi arzu ettiğiniz şekilde görmekte ısrar edebilirsiniz, öyle
değerlendirebilirsiniz. Buradaki arzu ve ısrarın, tarihsel-toplumsal alana
ilişkin bu buyurgan konumlanışın alanı dönüştürmekten ziyade bakışımızı,
hayatla kurduğumuz ilişkiyi çarpıttığını göremiyoruz. Hem mevzuyu makul şekilde
tespit edemiyoruz hem de dolayısıyla doğru tespitini yapamadığımız soruna makul
bir çözüm getiremiyoruz.
Modern eğitimden sonra hepimiz cahiliz ve bu cahilliğimizi
giderecek mekanizma olarak zorunlu-kitlesel eğitim formunun içine
yerleştiriliyoruz. Cahil olmadığınızı ispatlamak bu formun çerçevesini çizdiği
ölçüde ve ölçekte bir zihinsel ve eylemsel performansı sergilemekten geçiyor.
Ayrıntılı bir tertibat var karşımızda. Birbiriyle iç içe geçmiş, birbiriyle
bağlantılı hale getirilmiş rafine içe alma ve dışlama stratejileri işletiliyor.
Örneğin “başarı ve başarısızlık” içe alma ve dışlama için kullanılan en temel
ölçüt. Başarı ve başarısızlığın herkese eşit erişim imkânı sağlanmış okul
üzerinden, okuldaki iş ve işlem üzerinden gerçekleştiği söylenir, böyle olduğu
kabul edilir. Yüzeysel olarak bakıldığında gerçekten de durum böyleymiş gibi
görülüyor. Öğrencilerin okula erişimlerinin başarı ve başarısızlık için temel
parametre olarak kullanılmasının makul, mantıklı olduğu düşünülüyor. Bu kurgu
hem başarı ve başarısızlığı son derece sınırlı bir lokasyona indirgiyor hem de
başarı ve başarısızlığı yapısal boyutları olan bir durum olmaktan çıkartarak
biyografikleştiriyor. Okulun, okula erişimin başarı ve başarısızlık üzerinde
etkisi var mı gerçekten? Şüphesiz var. Zaten etkisi olduğu için mevzuyu okulla
sınırlı tutan yaklaşım makul geliyor.
Etkisi olduğu için pek çok çözüm stratejisi okulu merkeze
alan bir yaklaşıma dayandırılıyor. Ancak başarı ve başarısızlığın SED (sosyal
ekonomik düzey) ile de bağlantısı çok yüksek. Anne-babanın eğitim durumu ile
başarı ve başarısızlık arasında son derece ciddi korelasyon var. Sahip olunan
sosyal-kültürel sermaye ile okul başarısı ve başarısızlığı arasında ilişki var.
Sayamadığım pek çok boyutu olan bir hadisenin bütün boyutlarından
soyundurularak tek bir boyuta indirgenmesi ve yukarıda değindiğimiz gibi burada
da aktörün bireysel performansına bağlanarak meşrulaştırılması hem sorunu
karikatürleştiriyor hem de olası mantıklı, gerçekçi bir çözümden bizi
alıkoyuyor. Sosyo-ekonomik eşitsizlik, adil paylaşım mekanizmaları, çoğulculuk,
katılım, denetime açıklık gibi doğrudan devletin organizasyonu ve niteliğiyle
ilişkili hadise belirtildiği gibi tüm ekosistemden bağlantıları kopartıldığında
soruna karartma uygulanan merkezin kendisine dönüşüyor. Devlet tekelinde
zorunlu –kitlesel eğitim, diploma ve sertifikasyon tekeli, iş-statü dağılımı ve
şüphesiz bunlarla doğrudan bağlantılı olan hayat organizasyonu (çünkü
diploma-iş-gelir vs. birbiriyle eşleştirilmiştir) işleyişini ve meşruiyetini bu
başarı ve başarısızlık söyleminden alıyor. Dolayısıyla milyonlarca insan için
içeri alınıp yükselme veya dışarda bırakılıp imkânları son derece kısıtlı
yerlere yönlendirme anlamına gelen bu sistematik, varlığı ve işleyişiyle
Tanpınar’ın karikatürleştirdiği bocalamanın, kendimizle ve hayatla dengeli bir
ilişki kuramamanın somutlaştığı alanlardan birisi, belki de en önemlisi.
Dr. Ramiz’in psikanalize dair yaptığı tespit yüzleri
güldürebilir. Bunu hayatımızdaki sorun alanlarına yönelik sanatsal bir ifade,
edebi bir abartı olarak da değerlendirebiliriz. Ancak durumun bu olduğunu, bu
kadarla sınırlı olduğunu düşünmenin, böyle davranmanın kendimize kurmuş
olduğumuz bir tuzak olduğunu belirtmek durumundayım. Bu bir kaçış teşebbüsüdür,
gerçeklikle yüzleşmekten kaçınmak, imtina etmektir.
Bundan böyle hepimizi hastaya dönüştüren psikanaliz,
hepimizi cahil kabul eden modern eğitim bizde olandan, bizim olandan hareketle
bir tespitte bulunmuyor. Bizi ötekileştiren, nesneleştiren ve bir mühendislik
faaliyetinin tasarrufuna muhatap kılan bir yüklemede bulunuyor. Varlığımızı
hedef alan, sağlıklı, nitelikli bir gelişimden bizi alıkoyan bu sistematik
bilincimizi bulandırıyor, melekelerini, reflekslerini kullanamaz duruma sokan
uzun bir bitkisel yaşama sokuyor. Konuşmanız var, tartışmanız var,
eleştirileriniz var, arayışınız var, size aitmiş gibi görünen çözümleriniz bile
var. Ancak alan düzenlemesi başka türlü yapılmışsa, koordinatlar
ideolojik-politik yönlendirmeler üzerinden çizilmişse, sorgusuzca kullandığımız
alet çantası, kavram seti ile ölçüm yapılıyorsa modern eğitimin gerekçesi
olarak sunulan “cehalet açığı”nı gidermeniz mümkün olamaz. Zaten görebildiğim
kadarıyla tam da bu açığın kapanmaması için düzenek oluşturulmuştur. Daha
doğrusu düzenek bunu sağlamak için seferber edilmiştir. Burası enerjiyi boşa
harcama, kendileriyle yüzleşme, gerçekliklerini görme imkânlarından uzak tutulma
yeridir ve bunun için vardır.
Bu şartlar içerisinde bu şekilde yapılandırılmış bir psikanalizden tedavi göreceğimizi düşünmek akla ziyandır. Bu psikanaliz tam da bizi hasta olduğumuza ikna etmek ve reva görülen tedaviye ses çıkarmamak için görevlendirilmiştir. Dr. Ramiz inançla, şüphe duymaksızın bu görevi üstlenebilir. Adanmış, idealist eğitimcilerin mevcut forma ilişkin konumlanışları gibi. Modern eğitim, itham eden bir öncülden hareket eder. Sizi sizden bağımsız şekilde indirger, yerinizden eder ve yeniden yerleştirir. Bütün bu varoluşsal müdahalenin albenili cilası vaatkâr niteliğiyle zorunlu-kitlesel eğitim söylemidir. Refah söylencesinde sarhoş edilip en tahripkar yoksullaştırma mekanizmalarında can çekişen günümüz insanının trajik hikayesi gibi durumumuz. Zehrin ilaç diye verildiği ve öyle kabul edildiği çağlardayız maalesef.