Arnold Toynbee Hatıralar: Tanıdıklarım kitabına “Harry
Amcam” başlığı ile başlar. Denizci amcasını anlattığı bölümde püriten ve
otoriter amcası ile ilgili şu anekdotu paylaşır: “Harry amcam, gemide her Pazar
iki defa düzenli olarak gerçekleştirdiği ayinlere tayfasının gönüllü olarak
katıldığını övünçle anlatırdı. Yine böyle övündüğü bir zamanda birisi çıkıp
muziplik olsun diye ayine katılmama hakkını kullanan denizcilere ne yaptığını
sormuştu. O da “Ne yapacağım, prangaya vururdum onları” diye cevaplamıştı. Yine
de ayinlere katılımın gönüllü olduğundan hiç kuşkusu yoktu.”
Harry Toynbee’nin tarzı şu son dönemde eğitim bahsinde
yaşadıklarımızı anımsattı. Öğretmenlik Meslek Kanunu (ÖMK) ve Kariyer
Basamakları Sınavına girenlere bakıp yapılan düzenlemenin doğru ve haklı
olduğunu çıkartan MEB ile prangaya vurulmamak için ayinlere katılan tayfanın bu
işi gönüllü yaptığını çıkartan Harry arasında büyük benzerlik var çünkü. ÖMK ve
kariyer basamakları sınavına yönelik kapsamlı bir tartışma yürüttük esasında.
Ancak kariyer basamakları sınavındaki deneyimimizden de hareketle hem
düzenlemeye hem de bu vesileyle eğitim alanına ilişkin birkaç hususun altını
yeniden çizmekte büyük yarar görüyorum.
Bu süreçte yeniden gördük ki Türkiye’nin ülke olarak en
makul konularındaki konuşmalarını bile yutan, anlamsızlaştıran, görünmez kılan
bir parçalanmışlığı, kutuplaşması var. Bu kutuplaşma maalesef taraflar(!)
arasında konuşmayı anlamsızlaştırdığı gibi insanları, kurumları, yapıları da
kendi sorumluluklarını yapamaz hale getiriyor. Bir tür atıl kapasiteyle bizi
karşı karşıya bırakıyor. Ülkede neredeyse MEB dahil kimsenin kabul etmediği,
benimsemediği bir düzenleme (ÖMK ve kariyer basamağı sınavı) bu zehirli iklim
nedeniyle uygulamaya geçti. Türkiye’nin en büyük eğitim sendikaları bu parçalanmış
gerçekliğe çare olmak yerine eklemlenmeyi tercih ettikleri için yanlış bir
düzenlemeyi stratejik bir sessizlikle onamayı tercih ettiler.
İkincisi eleştiriyi, itirazı, katılımı ve müzakere
çabalarını güçsüzleşme olarak algılıyoruz. Varlığımızı hedef alan bir saldırı
gibi görüyoruz. İktidarımızı, gücümüzü sınırlamaya, onu yok etmeye yönelik bir
teşebbüs olarak düşünüyoruz. Bu konu ile ilgili bütün tartışmaların içerisinde
yer almış birisi olarak konu ile ilgili dile gelen eleştirilerin, itirazların
neredeyse tümü MEB için, Türkiye için katkı verici nitelikteydi. Uygulamanın
çelişkilerine, yanlışlığına ve olası olumsuz sonuçlarına yönelik son derece
makul ve meşru itirazlar, eleştiriler maalesef görmezden gelindi. Görmezden
gelmenin, yanlışa rıza göstermenin ideolojik-politik yandaşlıkla temize
çekilebildiği ülkemizde benzeri sayısız yanlışa alan açılıyor, yanlışlar
meşrulaştırılıyor.
Yukarıda da belirttiğim üzere Harry Toynbee gibi MEB de
koşulların icbar ettiği bir durumu kendi haklılığının kanıtı olarak sunuyor.
Öğretmenlerin sınava başvurması, sınava girmesi yapılan sınavın doğruluğunu
asla göstermez. Bizim gerçekçi olmamız, meseleleri ciddiyetle ele almamız
gerekiyor. Düşmanlarımıza bile adalet borçluyken bunu sevdiklerimizden,
ülkemizden nasıl esirgeyebiliriz! Nasıl göz göre göre gerçekliği
çarpıtabiliriz! MEB ve hükümet itiraf etmek istemese de eğitimciler ciddi
anlamda yoksullaşmış durumdalar, periyodik şekilde açlık sınırına doğru
süpürülüyorlar. Eğitim-ücret-iş dengesi açısından en kötü yönetilen meslek
gruplarından birisi maalesef eğitim çalışanlarıdır ve durumları gün geçtikçe
çok daha kötüye doğru gitmektedir. Zaten sınava başvurmaları, sınava girmeleri
de kötü olan ve gittikçe daha da kötüleşen ekonomik koşulları nedeniyledir.
Eğitimciler maaşlarında oluşacak minimal bir iyileşme için baş edemedikleri bir
yanlışın içinde yol almaya mecbur edildiler.
Tayfaların Pazar günleri iki kez ayine katılması pranga
tehdidinin Demokles’in kılıcı gibi başlarında sallanıyor oluşu yüzündendir.
Ekonomik koşulların kötüleştiği bir ortamda eğitimcilerin maruz kaldıkları
muameleye razı gelme zorunlulukları ne yapılan işi doğrular ne de bu yönde
oluşturulacak bir söylemi meşru kılar. Aksine kanıtı burada bulma ve söylemi
buna dayandırarak inşa etme gerçekliği çarpıtmadır.
Bununla bitmiyor yaşadığımız. Çok fazla farkında olmadığımız
husus ise bütün bu sürecin eğitim-öğretim faaliyetimizin esas kısmını teşkil
ediyor olmasıdır. Yaşadığımız hayat, bu hayatı nasıl yaşadığımız, kamusal,
kurumsal işleyimiz temel bir eğitim sürecidir ve okullarda yürüttüğümüz
organize faaliyetin kaderini tayin ediyor. Böyle değilmiş gibi davranıyoruz,
hayat okulu değil de okul hayatı kuruyor zannediyoruz. ÖMK, kariyer basamakları
gibi bir düzenlemenin sadece teknik bir süreç olduğunu kabul etmemiz isteniyor.
“Öğretmenlerimizin bazılarına kısmi bir refah aktarımı
sağlayacağız ve bunu da mecburen sınav gibi, videoları izleme gibi çok da
önemli olmayan prosedürel işlemlerle gerçekleştireceğiz” deniliyor. Bunda
itiraz edilecek ne var modunda karşılık veriyor MEB. İyi de böyle bir kamusal
işleyiş, böyle bir kamu politikası olur mu? Böyle yaptığımızda yaptığımız işi
değersizleştirmiş olmuyor muyuz? Bu tarz bir ilişkiye aldığımız insanların,
böyle bir muameleye muhatap olan eğitimcilerin itibarından, saygınlığından bahsedebilir
miyiz? MEB’in uygulamasıyla, düzenlemesiyle, konumlandırmasıyla, mali-özlük
haklarıyla, çalışma koşullarıyla, eğitim-öğretim faaliyetlerindeki her türlü
bağımlılığıyla zaten aşındırdığı, değersizleştirdiği bir eğitimciyi veli,
öğrenci, toplum ne kadar etkili görebilir, ne kadar saygınlıkla karşılayabilir?
Eğitimcilere yönelik abartılı retorik tam da gerçekliğimizde olmayan itibarı,
saygınlığı, etkililiği bir tarafıyla ikame, bir tarafıyla örtme kaynaklı değil
mi?
Cumhuriyetimizin başından bu yana alanın temel gündem
maddelerinden birisi budur. 1924’te ülkemize davet edilip eğitimimiz hakkında
rapor yazan J. Dewey’in raporundan tutun Şûra kararlarına, hükümet
programlarımızdan strateji belgelerine kadar konu gündeme gelir nitekim konu
bugün de gündemimizde. Dolayısıyla çözümü anlamı olmayan birtakım klişe
içeriklerde aramak yerine eğitimcileri hırpalayan ilişkiye, koşullara
kaydırmalıyız. İnsani ilişki, nitelikli sosyal-ekonomik koşullar, diriltici
iklim vs. eğitimcilerin ihtiyacı ve talebi aynı zamanda. Aksi taktirde “mış
gibi” yaptığımız iş ve işlemler öğretmenin gönlünü almaktan ziyade fiili
aşağılamanın devamı anlamına gelir. Basit bir karşıtlık, MEB’i kötüleme için
söylemiyorum. Yaşadığımız gerçekliği görmek, eğitimimizin, eğitimcilerimizin ne
tür ilişkiye alındıklarını göstermesi açısından altını çizmek durumunda
hissediyorum. ÖMK kapsamında kariyer basamakları sınavı ile ilgili
eğitimcilerimiz onlarca saat süren videolar izledi, yüzlerce sayfa tutan
içeriklere çalıştılar.
Bu içeriklerden bir parçası ölçe-değerlendirmeydi ve ölçme değerlendirmenin nasıl önemli olduğu, nasıl ciddiyetle yürütülmesi gerektiği, nelere dikkat edilmesini belirtiliyordu. MEB, bakanın ağzından bu süreçte “sınav zor olmayacak” diyerek aslında verdiğimiz içerik ile uygulamamız arasında bir bağlantı olmadığını belirtmişti. Ancak yapılan sınavla bu durumun adeta sağlaması yapıldı. Yapılan sınavda öğretmenlerimize sorulan sorulardan iki tanesini paylaşmak istiyorum: “Deniz etkisinin olduğu yerde nem fazladır. Hangisinde nem fazladır? A-Konya, B-Diyarbakır, C-Urfa, D-Antep, E-Trabzon.” İkinci sorumuz şu şekilde: “Aşağıdakilerden hangisi öğrenme ürünü olan davranış değildir? A-Yemekten önce ellerin yıkanması, B- Kırmızı ışıkta durulması, C- Sınıfta söz almak için parmak kaldırılması, D- Yüksek ateşte vücudun titremesi, E- Sınıfa girmeden önce kapının çalınması.” Düzeyi bu olan, herhangi bir şeyi ölçmeyen ancak yine de sınavmış gibi kabul etiğimiz bu uygulama ve şüphesiz bu süreç başlı başına eğitimin niteliksizleştirilmesi, eğitimcilerin de itibarsızlaştırılması değil midir? Doğru şeyleri sıralayıp yanlış işlemler tesis etmek şeklindeki idari zafiyetimiz burada da karşımıza çıkıyor. Yazık değil mi onca zamana, emeğe, sınav için ayrılan ödeneğe? Nitelikli insan kaynağımızı bu muameleye tabi tutmak reva mı? Ortak akla, iyi niyete, mantığa, ciddiyete ihtiyacımız var. Bunlar olduğunda hem işlerimizi iyi yapma imkânımız çoğalır hem de şimdi yaptığımız gibi pek çok yanlışı yapmaktan da kurtulmuş oluruz.