Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer “Her şeyin
ilelebet olduğu yanılgısına kapılmanın büyük bir yanılsama olduğunu biteviye
deneyimliyoruz” değerlendirmesinde bulunuyor.
Rus Antropolog Alexi Yurchak 1980’lerin sonundaki Rusya’yı ve yaşanan olayları betimlediği kitabına “Her şey ilelebetti, ta ki olmayana kadar (Everything Was Forever, Until It Was No More)” başlığını koymayı tercih etmiş. Başlık ek bir açıklama gerektirmeyecek kadar net. Sovyetler öngörülmeyecek şekilde bir siyasal sistem olarak çökmekle kalmadı aynı zamanda siyasal ve ekonomik bir çekim merkezi olan sosyalist anlatıyı da enkaz altında bıraktı. Oysa “her şey ilelebet” görünüyordu. Ancak tarihin her döneminde olduğu gibi işler göründüğü gibi gitmedi.
Bu durum spesifik olarak Sovyetlerle ilgili değil, orayla sınırlı değil. Mevcut küresel görünüm de bu betimlemeyi teyit ediyor, ulusal gelişmeler de durumun vaziyetimiz olduğunu gösteriyor. Temelsiz bir özgüvenle kendi gerçekliğine karartma uygulayan, onu bambaşka türlü gösteren, göstermeye çalışan ve nihayetinde radikal bir kırılma ile gerçeğin çölüne çıkan durumları yaşıyoruz, biliyoruz. Bu radikal kırılmalar, kopuşlar, çöküşler şüphesiz önemli. Statükonun varlığını ve işleyişini bir nitelik arayışından yoksun kılarak sürdürenler için şüphesiz sevimsiz bir gerçekliğe dönüş anı oluşturuyor bu durum. İlişki çürüyor, işleyiş tıkanıyor, görünüm kötüleşiyor, sistem baş edilemez, yönetilemez bir noktaya geliyor. Dolayısıyla pek çok noktada karşımıza çıkan uzun süreye yayılmış tedrici dönüşüm yaklaşımının aksine içten içe çürüyen sistem varlığının ve işleyişinin tüm cesametiyle görünüm arz ettiği yerde çöküveriyor. Tıpkı mücadeleyi uzaya taşıyan güç olarak sarsılmaz bir intiba uyandıran Sovyetlerin beklenmeyen çöküşü gibi.
Çöken veya çökecek bir yapının mağdurlarını sarmalayan
sevinci anlamak zor değil. Ancak tam da bu kritik anda anlık çöküşle gelen ani
aydınlanmalardan süzülen ve olup biteni öngörmekten ziyade sonuçları tevil eden
geç kalmış okumaların ihtiyatlı bir yaklaşım gerektirdiğinin altını çizmemiz
gerekiyor. Çöküşü tevil eden yaklaşım bununla sınırlı değil aynı zamanda
mevcudun meşrulaştırımını, idealizasyonunu yapan ‘organik” tavrı da içeriyor.
Sosyolog Ulrich Beck’in “bir dünya düzeni çökerken, o düzen üstüne tefekkür
başlar” tespitinde de dile geldiği üzere bu tefekkür düzenin çöküşünün ardından
geldiği için biraz da anlam ve önem yoksunudur. Öngörememiştir, bu haliyle
kurucu bir işlev görmesi de zordur. Yeri gelmişken bu durumun bir de insanla,
insan hayatının ‘doğa’sıyla ilintili boyutu var ki Hegel’in meşhur cümlesinde
karşımıza çıkar: “Minerva’nın baykuşu, ancak gün batarken (alacakaranlıkta)
uçmaya başlar.” Gün batarken uçar çünkü önce bir şeyler olacak ki onun üzerine
düşünce veya bilgelik gelsin. Tarihteki olaylar hakkındaki düşüncelerimiz
olaylar olduktan oluştuğuna, oluşabileceğine vurgu yapar. Belki Klee’nin
Angelus Novus adlı resminde betimlenen meleğin yüzünün geçmişe çevrilmiş
olması, sırtı dönük şekilde geleceğe doğru sürüklenişi de bu okumaya dâhil edilmelidir.
İşin bu kısmı tür olarak sınırlılığımızın farkında olmakla, durumumuzun
gerçekçi kabullenişiyle bağlantılı. Alexi Yurchak’ın betimlediği ise bu
gerçekçi kabullenişin dışında mevcut statükoya eklemlenmeyle, çürüten bir
konformizmle ilintili.
Tekrar “her şey ilelebetti, ta ki olmayana kadar”a gelelim.
Türkiye’nin siyasal ikliminin bu düzlemde seyrettiğini gözlemliyoruz. Bir taraf
“her şeyin ilelebet” olduğu ve olması gerektiği şeklinde iş ve işleyişini
sürdürürken bir taraf da mevcut düzenin çökeceğini, sürmeyeceğini düşünüyor,
söylüyor, umuyor, bunun için çalışıyor. Tam da bize özgü bu kritik koşullarda
belirli periyotlar içerisinde çöküşler yaşayan gerçekliğimizin temel
karakterinin süreksizliklerden oluşan bir süreklilik, istikrarsızlıkların eklemlenmesi
üzerinden seyreden derin bir istikrarın iş başında olduğunu görmemiz gerekiyor.
İstikrarlı istikrarsızlıkların artık neredeyse sistemin temel alametifarikası
olduğu ve dolayısıyla önümüzdeki süreçte de benzer bir görünümün karşımızda
belirmesinin sürpriz sayılamayacağı yüksek ihtimaldir. O halde hepimiz için
sarsıcı gerçek; olası bir çöküşün ne zaman nasıl gerçekleşeceğinden ziyade
mukadder olan çöküşlere hayat veren döngüyü kırıp kıramayacağımızdır.
Türkiye’de memnuniyetsizlik halinin, eleştirmenin, muhalif olmanın sınırı
sistemin varlığına, ruhuna halel getirmeyecek şekilde çizilmiştir.
Memnuniyetsizlik, eleştirellik, muhaliflik ehlileştirilmiş, sistemin
kaldıracağı-kabul edeceği kıvama getirilmiştir
Türkiye belirli dönemlerde gelenlerin meşrebini yansıtan bir
makyajla görünüm değiştirse de mantık, kurgu, işleyiş itibariyle ana dokusuna
halel getirmeme de son derece korunaklı. Dolayısıyla istikrarsızlık üretmeye
ayarlanmış bu ana doku tartışılma dışı tutulduğu içindir ki ana çatışma
aksımızı birbirinin ayrılmaz parçası olan mevcut statüko ile dünkü işlevsiz
düzen arasındaki sıkışmışlık oluşturuyor. Bir asrı geçen zamana ve maliyeti
yüksek yaşanmışlığa rağmen hâlâ ana çerçevesi, zihniyet kalıbı ve içerik
ayarlaması yapılmış milli aidiyete, güvenlik ihtiyacına ve herkesin gönlüne
göre şekillendirdiği bir geçmiş zamanlar ihtişamına çağrı ile ayartılmaya
muhatabız. İstikrarsızlaşan günümüz dünyasının her tarafında olduğu gibi bizde
de düzen, kanun vaat ediliyor, nasıl büyük bir ülke olacağımızın sözleri
veriliyor. Daha önce de sayısız kez verildiği gibi. Verilen sözlerin neden
tutulamadığını bilmiyoruz. Neden gerçekleşmediğini, karşılıksız kaldığını
dolayısıyla siyasetin söylem repertuarında yer almış setlerin farklı ağızlar
tarafından farklı dönemlerde dile gelişinden ibaret olan bir dar alan
çekişmesinden çıkmıyor siyaset. Çıktığı kısacık dönemlerin yukarıda altını
çizdiğimiz ana doku tarafından nasıl akamete uğratıldığını ve determinist bir
rotada seyretmeye mecbur kılınışını sorun etmek, sorgulamak yerine tüm
mücadelenin bu nöbetleşe yolculuğun komuta kademesinde kimin olacağında
tüketilmesi akla ziyandır. Türkiye’de en nihayetinde potansiyel
müttefiklerimizin bizatihi varlıklarını sorun ettiğimiz düşmanlarımız olduğu
gerçeğini bırakın kabul etmeyi, görmekte bile zorlanıyoruz. Yerleşik dokunun
meşrulaştırdığı imtiyaz ilişkisini, tahakküm ilişkisini, vesayet sistematiğini
sorun etmenin aynı zaman da en büyük imtiyazımızın ötekinin eşiti olduğumuz
gerçeğinden geçtiğini görmüyoruz, görmek istemiyoruz.
Türkiye güven krizi yaşıyor, güvenlik açmazıyla boğuşuyor.
Ancak bu boğuşmanın asıl müsebbiplerinin içerde, bu tarzda, bu işleyişte ve bu
işleyişi sürdürenlerin eliyle olduğu önümüzdedir. Bir anlam, bir anlatı
krizindeyiz.
Evet, her şey ilelebetmiş gibi yaşanırken öyle olmadığını çok gördük, görüyoruz. Dikkat çekmek istediğim tam da bu. Öyle yaşarken öyle olmadığını çok görüyor, hep görüyor oluşumuz kendi başına bir şey söylüyor. Sovyetler bir çözüm stratejisi olarak çöküşü kullandı. Ancak mesele orada bitmiyor. Türkiye’de de gidiş-gelişler devam ediyor. Her şeyin ilelebet olduğu yanılgısına kapılmanın büyük bir yanılsama olduğunu biteviye deneyimliyoruz. Yine deneyimleyeceğiz. Ancak sorunumuz ilelebet süreceğini sandığımız her şeyin öyle olmadığını görmemizle sınırlı değil. Bu sanrıyı ve bu sanrıdan uyanıp tekrar aynı şekilde yola revan olmayı bir tür varoluş hamlesi olarak sunan ana döngüyü kıramazsak, bizi sınırlı bir lokasyonda hareket etmeye mahkûm eden sistematiği yapıbozuma uğratamazsak gelişlerin ve gidişlerin kendi başına çözüm olduğu yanılsamasıyla yol almaya devam edeceğiz. Başımıza sürekli felaketlerin geliyor oluşu istisnai bir başımızın olmasıyla değil bitmek bilmeyen felaketlerden gerekli dersleri çıkaramayışımıza yormak gerekiyor. Alexi Yutchak ilelebet sürecekmiş gibi algılanan bir düzenin nasıl çöküverdiğine dikkatimizi çekiyor. Şüphesiz çok önemli bir nokta burası. Ancak hem bu algıyla sistemin ilelebet süreceğini sananları hem de çöküşün açtığı alanda kendileri için fırsat görenleri ortak kılan derin bir alt katman var. Buraya neşter atmadıkça Ece Ayhan’ın ifadesiyle “aşiretler topluluğu” olarak “battal boy sorumsuzlukla” uyduruk çelişkilerin, kısır çekişmelerin için bir asır daha geçireceğiz demektir.