Nietzsche
“doğrular yoktur, sadece yorumlar vardır” tespitinde bulunur. İngiliz filozof
Scruton haklı olarak mantığımızın bu ifadeyi kabullenmekte zorlandığını söyler.
Çünkü bu ifadenin doğru olabilmesi dile getirdiği ifadenin yanlış olmasıyla
mümkün. “Doğrular yoktur” şeklinde bir ifade kurduğunuzda mantıksal olarak bu
ifadenin ilk kurbanı olmanız da kaçınılmazdır. Bu mantıksal açmaza rağmen
tespitin pek çok söylem ve pozisyon için dayanak işlevi gördüğünü dolayısıyla
yabana atılır olmadığını belirtelim. Post-pozitivist söylemin temel ön
kabullerinden olan bu tespit, farkında olunsun veya olunmasın, Türkiye
siyasetinin 90’lı yıllarından başlayarak birkaç yıl öncesine kadar siyasetten
kültüre dünyaya ilişkin okumamızın temel belirleyicisi olduğu söylense yeridir.
Özellikle modernleşme tarihimizin kritik bir evresi olan Cumhuriyet’le birlikte
devletin epistemolojik bir otorite merkezi olarak kabul edilmesi ve
ideolojik-baskı aygıtlarıyla teçhizatlandırılması sadece siyaseti
imkânsızlaştırmadı aynı zamanda toplumu resmi anlatının “makbul vatandaş”ı
olabilecek kıvama getirmek için siyaseti operasyonel bir aygıta ve dolayısıyla
da pür pozitivist bir mühendisliğe çevirdi. Siyasetin, bırakın “öteki”nin
varlığını ve meşruiyetini kabul etmeyi “biz”den(!) olanların bile farklı bir
şey söyleyemeyeceği “hakikat rejimi”nin enstrümanı olarak kodlanması toplumun
geniş kesimlerini giderilmesi gereken bir yanlışa, tarihsel bir hataya
dönüştürdü. Lyotard’ın ifadesiyle “anlatı yasaklısı” olarak lanetlenen bu
kesimler sadece periferin kısır koşullarına püskürtülmekle kalmadılar aynı
zamanda siyasal, ekonomik, kültürel bir eşitsizlik imalatının tarafı olarak
konumlandırıldılar. Devletin, resmi anlatısıyla ortaklık kuran kesimlerle bir
tür imtiyaz ilişkisi kurarak yapılanması küreselleşme, iletişim ve ulaşım
imkânlarının çeşitlenmesi, şehirleşme, post-pozitivist paradigmaların hem
yaygınlık hem de meşruiyet kazanması vs. gibi gelişmeler içerdeki düzenin
çözülmesine ve tabiri caizse “lanetliler”in sahne almasına alan açtı. Nihayetinde
90’ların ekonomik ve siyasi krizi bir anlamda Türkiye’de devletin ve siyasetin
bu şekilde yapılanmasının bir faturası olarak önümüze geldi, böyle de okundu.
2002’de yaşanan iktidar değişimi ve ardından iktidarın, siyaseti güçlendiren
(genişleten ve derinleştiren) hamleleri bu okumanın rasyonelliğiyle de
ilgiliydi.
İç
ve dış gelişmelerin eklemlendiği bu süreç katılım kanallarının açıldığı,
düşünce ve ifade hürriyetinin meşrulaştığı, kimlik ve tanınma taleplerinin
özgüvenle dile gelebildiği iklimin ve imkanların oluşması bir anlamda
Nietzsche’nin tespitine uygun pozisyon alışla mümkündü. Müzakerenin, tanımanın,
tanınma çağrısının ve giderek meşru bir siyasetin varlığı bununla ilintiliydi.
Bu yüzden de Türkiye, Anayasadan Kürt meselesine, Alevilik açılımından
komşularla sıfır sorun politikasına uzanan “özgüven”li girişimleri başlatma ve
taşıma kapasitesini gösterebildi.
Kuzey
Afrika’da başlayan Arap Baharı ve devamında sürecin Suriye’de kronik bir iç
savaşa dönüşmesi, Mısır’daki Sisi darbesi, içerde darbe kalkışmasına varan FETÖ
gerçeği, PKK hareketliliği, HDP’nin kafa karışıklığı ve tüm bu şartlar
içerisinde devletin yerleşik nizamını muhafaza için kabuk değiştirmeyi
göğüslenebilecek bir maliyet olarak değerlendiren aktörlerin müdahalesi ve
yönlendirmesiyle yapılan sistem değişikliği, Erdoğan özelinde yaşanan ve dozajı
giderek artan aşırı şahsileşme, bununla bağlantılı olarak sadakat ilişkisinin
belirleyici hale gelmesi sadece siyasetin gündemini değiştirmedi. Bütün bu
hususlar siyasetin ontolojisinde köklü bir kırılmaya, kaymaya neden oldu.
Statükoyu çözmeye, eleştirmeye, tehditkar varlığını püskürtmeye odaklı bakışın
yerleşik güç odakları karşısında başardığı alan genişletme durumunu yapısal bir
dönüşüm, sistemik bir başarı olarak görmesi hâlâ büyük problem olarak duruyor.
Zaten mevzuyu böyle tespit etmek başlı başına bir eksiklik, hata. Devam ede
gelen bir mücadelenin konjonktürel bir alan kazanmayla, düzenin komuta
kademesine bir şekilde sızmayla hatta bizatihi “yeninin inşası” anlamına
geleceği kabulü ölümcüldür. Zaten bu şartlarda “yeninin inşası”nın “eskiyi
yıkmak”tan çok daha zor, çok daha meşakkatli, çok daha büyük zihinsel-eylemsel
efor gerektirdiği ve dolayısıyla alan genişletmeden öte bir şey olduğu ne
tespit edilebildi ve gerçekçi olmak gerekirse tespit edilmesi pek de mümkün
değildi.
Siyasete
erişim kanalları tıkanmış kesimlerin sistem içinde hareket kabiliyeti kazanması
başlı başına bir dönüşüm olarak düşünüldü. Erişim engellerinin ne tür hak
ihlali olduğuna ilişkin söylem ne siyasetin doğasına ne devletin yeniden
yapılanmasına ne de toplum ile ilişkisinin hangi parametreler üzerinden yeniden
tesis edileceğine teksif edilebildi. Fiili durum, somut ve tehditkar bir
engelin olmayışı yeterli görüldü. Ne dil, ne düzen ne de kodifikasyon
sorunsallaştırılabildi. “Kötü” aktörler sahneden çıkarılınca sorun da kalmadı
zannedildi. Ancak bunun böyle olmadığını, olamayacağını görmemiz çok da uzun
sürmedi. Yukarıda sıraladığım 2010 sonrası iç ve dış gelişmeler küresel
sistemdeki istikrarsızlıkla bütünleşince kendimizi, değiştirmek için çok haklı
ve motive gördüğümüz hatta kalıcı şekilde aştığımızı düşündüğümüz şartların
içinde buluverdik. Üstelik bu şartları yerleşik söylem mimarisinin bir
akreditasyonu olarak yaşıyoruz maalesef. Kemalist söylemin yeniden sahne alışı
değil bu sadece. Ufku ve imkanlarıyla hem Türkiye’nin kendi özgül koşulları
için hem de içinde bulunduğumuz zamanın ruhu açısından sınırlı ve sıkıntılı
olan bir söylemin meşrulaşması, alan genişletmesi hatta neredeyse son
gelişmelerle birlikte açık veya örtük olarak Türkiye için “yegane doğru”, tek
seçenek olarak tahkim edilmesi. Siyaset tekrar güvenlikçi dile esir düştü,
sorunların taşındığı, konuşulduğu bir vasat olmaktan çıktı, bizatihi varlıkları
şaibeli kılan geleneksel yapısına döndü. Türkiye beğenmediği dünü geride
bırakma hayalinden dünkü Türkiye’ye dönebilme vaatlerine sıkışan trajikomik bir
görünüm arz ediyor.
Türkiye’de
gerçek anlamda bir toplumun olmayışı, dolayısıyla siyasetin grup-cemaat içi bir
faaliyet, “biz”e ilişkin bir ameliye olarak kodlanması yerleşik yapının aynıyla
kalışına hizmet ediyor. Egemen dil sistemden ziyade sistem içindeki pozisyon
değişimine yönlendiriyor. Statükoya mahkum eden bu sistematiğe
odaklanamadığımız için tuzakta kalmaya devam ediyoruz. Yukarıda dile getirdiğim
son yıllardaki büyük alt üst oluş sadece konjonktürel savrulmalara yol vermedi
aynı zamanda siyaseti taşıyan dilin de insicamını bozdu ve nihayetinde herkesi
bir anlamda söylediği, savunduğu şeylerin değil yaşayarak öğrendiği kalıcı
terbiyenin, maruz kaldığı ezberlerin uygulayıcısı kıldı. Türkiye ve
Türkiye’dekiler maruz kaldıkları bu terbiyenin, ufuklarına, zihinlerine blokaj
uygulayan bu öğrenmenin farkında olmayarak hikmeti kendinden menkul bir
istisnailikleri olduklarına inanarak yol alıyorlar. Halbuki bu gerçeğin
büsbütün çarpıtılmasıdır. Türkiye sahip olduğu büyük şeyleri yapmasına fırsat
vermeyenlerin neden olduğu bir sevimsiz halin kurbanı olarak resmedildiği
sürece bu çıkmazdan kurtulması mümkün olmayacaktır. Türkiye sahip oldukları ve
bu şekilde sahiplendikleri yüzünden bu haldedir. Bu öğrenmeden, maruz
kaldıkları bu terbiyeden, yürürlükteki yapının niteliğinden, işleyişinden ve
tarzından dolayı bu haldedir. Buna karartma uygulayıp gerçeği örtbas edercesine
faturayı başkasına çıkartarak mevcudu sürdürmeye çalışmak kronik sorunları
kangrenleştirmek ve dolayısıyla Türkiye’yi gelecekten yoksun bırakmaktır.
“Doğrular yoktur sadece yorumlar vardır” mantıksal olarak çelişkili olabilir
ancak “sadece bir doğru vardır ve bu bizim doğrumuzdur” şeklindeki entegrist
tavrın da ne tür tahakkümcü bir tek biçimciliğe ve siyaseti tasfiye eden resmi
anlatıya yol verdiği önümüzdedir. Türkiye derin bir krizdedir. İddia ettiği
gibi işlevsel, kuşatıcı bir doğrusu olmadığı gibi niteliğimizi, umudumuzu ve
gücümüzü arttıran alternatif yorumlardan da yoksundur. Hal böyle olunca müflis
tüccar gibi umutsuzca eski defterleri karıştırıyoruz.