Türkiye’de başından beri temel problem kurumsal yapıların
yerli yerine oturmamış olmasıdır. Bunun temel sebebi de maalesef devlet-toplum
ilişkimizin güvenden yoksun oluşudur. Devlet kimi zaman açık kimi zaman da
örtük şekilde toplumun belirli kesimleriyle imtiyaz ilişkisi kuran bir yapı
oldu, olmaya da devam ediyor. Hayatla kurduğumuz ilişki asırlık korkuların
kıskacında şekillendiğinden beka endişesi devlette olduğu gibi, kuşaklar boyu
aktarıla geldiği için, vatandaşlarda da yüksek düzeydedir. Burada sorun, beka
tehdidinin gerçek olup olmadığı değil. Tehdit ile nasıl baş ettiğimiz, baş etme
şeklimizin sorunu giderip gidermediği üzerinde durmalıyız daha çok. Meselenin
bu yönüne ilişkin kamusal tartışmamız, belirli bir kıvama gelse de, maalesef
toplumsal formasyonumuzun ana tortusu kaderimizi belirlemeye devam ediyor.
Sistemin çeperlerinde varoluş mücadelesi vermek zorunda kalanlar hem toplumsal
kesimlerin hem de dolayısıyla devletin beka tehdidinden kurtulmasının sistem
içerisindeki aktörlerin pozisyon değişimlerinden ziyade sistemin belirli ilke
ve değerler doğrultusunda yapısal dönüşümü olduğuna vurgu yaptılar, yapıyorlar.
Ancak bu vurgu, en azından bugüne kadar, sistem içinde pozisyon değişiminin
örtük bir ifadesi olarak kaldı. Adalet talebi, özgürlük vurgusu sistemin bunlar
üzerinden yeniden yapılanması olarak değil bir iktidar talebinin kamuflajı oldu
hep. Bu açıdan ülkemiz herkesin “iddiaları üzerinden sınandığı ve vurulduğu”
bir yer oldu hep.
***
Cari söylem ve mimarisi hala sistemik bir dönüşüm yerine
meseleyi kişiler, tercihler vs. üzerinden ele alma üzerinden gidiyor. Uzunca
bir süre toplumsal bellekte, kendi yapıp ettikleri yüzünden, şaibeli hale
gelmiş olan kurumlar (YÖK, ÖSYM vs.) sistemin bütününü kapsayan yapısal bir
dönüşümün parçası yapılamadıkları için yeni iktidar tesisinin operasyonel
araçları olarak tahkim edildiler. Şüphesiz burada bir hususun altını çizmekte
fayda var. Operasyonel araçlar olarak tesis edilme iddiası hem önemlidir hem de
yerli yerine oturtulmalıdır. Birincisi, operasyonel araçlar olmaları,
yürütmenin özellikle de bizim gibi ülkelerde varoluş hamlesinin neredeyse
devlet eliyle yürütüldüğünde, başkaları bu müdahalenin nesnesi kılındığında
anlamlı sayılması nedeniyle zaten “yasal” ve açıktır. Örneğin hangi bölümün ne
kadar açılacağı, devlette istihdam oranının ne olacağı belirli bir
rasyonaliteye dayandırılmaya çalışılsa da politik bir tercihtir. İkincisi ise
bu kurumsal yapıların son KPSS sınavında gördüğümüz üzere “yasal” ve açık(!)
olmayan kısımlarının gün yüzüne çıkmasıyla ilintilidir. Daha önce FETÖ
üzerinden gördüğümüz üzere maalesef ülkemizde kurumların ve bütün halinde
sistemin en temel problemi güven oluşturmamasıdır. Bunun da bireysel ahlaki
meziyetlerden veya zaaflardan ziyade sistemle, sistemin işleyişiyle, bunun
dengelenmesi ve denetlenmesiyle ilintili olduğu açıktır. Sistem içinde
denetimsiz, karanlık bölgelerin varlığı her ne kadar beka tehdidinin varlığına
ve onun giderilmesine bağlansa da esas itibariyle Türkiye’de güvensiz
kalışımızın, sürekli beka tehdidi ile yaşamamızın temel sebebidir. Sistemi ve
kurumları devletin sadece toplumun belirli kesimleriyle paylaştığı bir imtiyaz
ilişkisinin aparatlarına dönüştüren yaklaşımı sorgulanması, değiştirilmesi
gereken ön ve ana kabul olmaktan çıkarmadığımız sürece mesafe alışımızın imkânı
bulunmamaktadır. Türkiye’de belirli dönemlerde belirli kesimler için çalışan
çarkın yönü bir nebze değişmiş ancak sistemin tüm varlığıyla, mantığıyla,
kurgusuyla, işleyiş tarzıyla aynı kaldığı ortadadır.
***
Devlet hepimizin devleti midir? Devlet karşısında hepimiz
eşit miyiz? Devletin iş ve işlemleri açık ve şeffaf mı, denetlenmeye,
dengelenmeye açık mı? Denetlemek, dengelemek yönünde bir talep, bir irade var
mı? Bu tarz bir talebin kamusal meşruiyeti, makuliyeti ne düzeydedir? Devlet
ile vatandaş arasındaki ilişkiden, devletin zaman zaman sınırları, içeriği,
rengi değişse de “makbul vatandaş” arzusundan bağımsız değerlendirebilir miyiz
yaşadıklarımızı? ÖSYM 2022 KPSS sınavını yaptı. Milyonlarca öğrenci ve ailesi;
devletin, hükümetin, MEB’in, YÖK’ün yaptığı planlamalar, düzenlemeler üzerinden
geleceğe ilişkin tasarımlarını yapmak zorunda kaldı. Bu planlamaların,
düzenlemelerin kaotik bir tablo önümüze çıkardığı zaten görülüyor, konuşuluyor.
Yetmiyormuş gibi toplumsal hayatımızın organizasyonu, her bir vatandaşımızın
emeğinin zayi olmaması, hakkının-hukukunun korunması noktasında bir gösterge
olan bu kurumların mevcut performansının keyfe kederliğini nasıl izah edeceğiz?
Milyonlarca insanımızın güven duygusunu zedeleyen, devleti töhmet altına sokan
ÖSYM’nin, temel varlık koşulu aleyhine iş ve işlemde bulunmasını ne yapacağız?
Türkiye’de iş ve işlemlerimizde temel bir güven problemi olduğu için zaten ÖSYM
var. ÖSYM’nin varoluş nedeni bu güvensizliğin varlığı ve dolayısıyla bu
güvensizliğin titizlikle yapılacak iş ve işlemlerle giderilmesiydi. Daha önce
de değişik vesilelerle belirttiğim üzere maalesef ÖSYM, varlığı aleyhine
işleyen, güven aşılayamadığı gibi FETÖ hadisesinde de gördüğümüz üzere karanlık
iş ve işlemlerin mahreminde yürütüldüğü bir yapı olarak karşımıza çıkmıştı.
Bugün de milyonlarca insanın bin bir emek ve güçlükle zamanlarını, paralarını,
umutlarını yatırdıkları bir süreci dalga geçer gibi yönetmesiyle tekrar
deneyimliyoruz. Döngü, yapı kırılmadığı için aynı şeylerin benzerlerini
yaşamaya devam ediyor. Kurumsal yapılarımız varlıklarını ve işleyişlerini
kurumsal yapının görev tanımı ve gerekliliklerini karşılamak yerine ikincil iş
ve motivasyonlarla yürütmekle istikamet şaşkınlığı içinde geleceğimizi
karartıyorlar. Karşı karşıya olduğumuz şey müstakil şekilde ÖSYM ve başkanının
problem teşkil etmesi değildir. ÖSYM üzerinden kıyılarımızı vuran şey sistemin
genel işleyişidir. ÖSYM başkanının açığa alınmasının gerekçesi nedir? Yapılan
yanlışlıkla mücadelenin karşılığı görevden almaksa diğer kurumlarımızda
görevden almalar niye olmuyor veya niye tam tersine bizatihi yanlış yapmak
üzere getirildiği izlenimi kamuoyunda oluşturuluyor? Temmuz ayı enflasyon
rakamları resmi olarak açıklandı ve kısa süreler dâhilinde sürekli başkanı
değişen kurumun açıkladığı rakamlarla ile gerçek rakamlar arasındaki farkı
nasıl izah edeceğiz?
***
Açık konuşalım, Türkiye’nin bir yönetim problemi var. Türkiye’nin yönetilme şeklinden kaynaklanan problemi var. Türkiye’nin çok temel de bir sistem sorunu var ve bu sistemin kökeni devlet-toplum ilişkisinde temelleniyor. Türkiye’de “tek imtiyazın ‘öteki’nin eşiti olmak” olduğu gerçeği sistemik bir kabule dönüşmediği sürece sistem nalıncı keseri belirli kesimlere doğru yontmaya devam edecektir. Halil Cibran’nın ifadesiyle “nasıl ağaçtan habersiz tek bir yaprak bile gizlice sararmazsa” bizim kurumsal yapılarımızda da yaşanan bu tip olaylar sistemin bütününden bağımsız değerlendirilemez. KPSS sınavında karşımıza çıkan da bu genel durumun bir yansımadır, öyle değerlendirilmelidir. Şüphesiz failleri bulunmalı, cezalandırılmalıdır. Bu açıdan ÖSYM başkanının görevden alınması doğrudur, yerindedir. Ancak olayın bununla sınırlı tutulması da mümkün değildir. Bu olay üzerinden atama, istihdam, liyakat vs. gibi geniş bir spektrumda mevzunun değerlendirilmesi gerektiği ortadadır. Diğer taraftan açığa çıkan ve ÖSYM başkanının görevden alınmasını gerektiren durumun aynı zamanda milyonlarca insanın hayatıyla ilintili olduğu ve bir an önce bu insanların emeklerine, geleceklerine kasteden durumla ilgili kamuoyunu tatmin edecek bir açıklamanın/düzenlemenin yapılması gerektiğidir. Türkiye beka tehdidini kullanmayı, bunun için dışarıda karanlık adresleri ima etmeyi çok seviyor ancak kendi eliyle kendisine nasıl kast ettiğini bir türlü fark edemiyor. Milyonlarca insanına bu muameleyi reva görmeyi, ÖSYM, YÖK vs. gibi kurumları ve bu kurumların içinde yer aldığı genel yapıyı, eko-sistemi korumakta bir sıkıntı görmemeyi sorun etmediği sürece Türkiye’nin ister 2053, ister 2071 olsun, bugünden farklı olamayacağı gerçeğidir. Gerçek bu ve biz de bu gerçeğin çölündeyiz.