Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer “Statükoyu her türlü hukuki, idari, ahlaki bağdan bağımsız şekilde geleceğe doğru sündürmeyi sıra dışı bir başarı hikâyesi olarak görmek zaten yaşadığımız felaketin ne olduğundan bihaber olmaktır” diyor.
Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yapılan duruşmalarını izleyen Arendt, beklenilenin, düşünülenin aksine Eichmann’da somutlaşan ne bir şeytan görür ne de bir canavar. Eichmann’da görülen şey “kötülüğün sıradanlığıdır“. Eichmann duruşmaları, Arendt’ın ifadesiyle, İsrail’in nasıl “kokuşmuş bir devlet” olduğunu gösteren ve gerçeği ortaya çıkarmak yerine ‘resmi’ bir gerçeği yansıtmak üzere teatral bir şekle büründürülen duruşmalardır. Çünkü duruşmalarda Eichmann’ın nasıl korkutucu bir şeytan olduğunu göstermek için projeksiyon ayarlanırken Yahudi Konseylerinin Nazilerle yaptıkları işbirliği özenle gözden kaçırılmıştır. Arendt’ın duruşmaya ilişkin gözlem ve analizi Yahudiler arasında infial yaratır ve Arendt uzun süre boyunca saldırılara, iftiralara maruz kalır. Eichmann duruşmalarını, bu duruşmalar üzerinden yapılan tartışmaları yeniden gündem etme niyetinde değilim. Ancak bir anlamda insanı insan olarak gereksiz kılan ve bu yönüyle Agamben’in ifadesiyle “kamp insanına” çeviren “radikal kötülük” üzerinden gerçekliğimize ilişkin bazı hususlara dikkat çekmekte fayda görüyorum.
***
Eichmann duruşmaları üzerine yazdıkları nedeniyle yoğun bir tartışmanın, eleştirinin muhatabı olan Arendt’i ısrarla savunan Jaspers Arendt’ın amacının, Eichmann’ın bu kadar büyük bir insanlık suçunu nasıl ve neden işlediğini anlamayı istemek olduğunu yazar: “Bunu nasıl yaptı? Eichmann’la ilgili olarak ortaya öyle bir portre çıkar ki, anlaşılan Hannah Arendt de bundan hoşnut değildir: Ne yaptığını bilmeyen, düşüncesiz bir adam. Eichmann sıradan bir figür olarak kendini gösterir. Sıradanlığın kendini bu şekilde açığa çıkarması kötü bir şeytan beklentisinin yüzüne öyle bir çarpar ki, Yahudileri ancak bir şeytanın öldürdüğünü düşünen herkes için bu incitici bir gerçektir. Hannah Arendt korkunç olanı tam da burada görmektedir. Bir şeytanın ya da tarihin olağanüstü bir yasasının kurbanı olmak sıradan bir insanın kurbanı olmaktan daha kolaydır…” *
***
İnsanlık tarihinin istisnai olaylarından biriyle ilgili bir çözümleme görünebilir naklettiklerim ilk bakışta. Ancak Arendt’ın Eichmann duruşmalarında tespit ettiğinden hoşnut olmasa bile yetkinlikle tespit ettiği üzere karşısında insanı dehşete düşüren şey kötülüğün sıradanlığıydı. İnsanları gereksiz bir atığa, hukuki, ahlaki yargılamanın konusu olmaktan çıkarıp bir nesneye indirgeme ve öyle muamelede bulunma ne insanların ruhunu ele geçiren şeytandan ne de akla hayale gelmeyen bir canavara dönüşenlerden gelmişti. Jaspers’ın ifadesiyle şüphesiz bir şeytanın, canavarın veya tarihin olağanüstü bir yasasının kurbanı olmak, hedefi olmak sıradan bir insanın kurbanı olmaktan çok daha kolaydır. Hatta daha ileri götürelim, sadece kolay değil, biraz sarsıcı ve iddialı olabilir, aynı zamanda tercih de edilendir. Çünkü bir tür “kurucu dış” tahkimi anlamına gelebilecek bu okumayla ötekinin, dışarının, düşmanın abartılması, sıradışılaştırılması, olağandışılaştırılması ile içeriye anlam, önem takviyesi yapılıyor, yapılabiliyor. İçerinin yani bizim, gayret ve sorumluluğumuzu performatif olmaktan çıkarıp bir tür söz oyununa dönüştüren dolayısıyla bir şey yapmadan, daha doğrusu bir şeyleri doğru yapmaktan bizi muaf tutan, denetimsiz bir alanda sınırlarını, eylemlerini ve etkileşimlerini bilmediğimiz “barbarlar”ın nasıl sinsi birer şeytan, nasıl baş edilmesi güç birer canavar, nasıl varlığımıza kast eden istisnai birer kötülük odağı olduklarına inandıran bir cemaat içi propaganda faaliyetine dönüşüyor hayatımız. İçerinin gerçekten anlamı olan, önem taşıyan bir mevcudiyet olup olmadığı bizden, bizim yapıp ettiklerimizden bağımsız olarak ötekine, dışarıya ilişkin oluşturduğumuz resmi anlatının kabullerine, iddialarına, korku ve kaygılarına, çıkar ve beklentilerine, arzu ve fantezilerine kalıyor. Dolayısıyla hayatla kurulan bu tarz bir ilişki, Eichmann duruşmalarında da tespit edildiği üzere, gerçeğe değil ‘resmi’ bir gereksinime, ideolojik-politik bir arzuya yaslanıyor. Sistematik bir iktidar oyununun gereklerine yönelik işleyen ve nalıncı keseri gibi kendisi için çalışan bu düzenek kullanıldıkça bağımlılığı artan bir bünyenin gerçeklik yitimine doğru gitmesi gibi kendisi için bir kapana dönüşüyor.
***
Gerçekliğin çarpıtılması, resmi bir rasyonalitenin prizmasında realitenin uygun kıvama gelecek şekilde kırdırılması zaten başlı başına bir kapan işlevi görüyor. İlginci varlığımızın mevcudiyeti ve niteliği aleyhine işlev gören bu kapan, mevcudu muhafazaya hizmet ettiği için, bir tür ağrı kesici gibi kronikleştirerek erteleyen niteliğiyle, sorunla baş etmek bir yana sorunu fark etmekten bile bizi alıkoyuyor. Dolayısıyla bir varlık stratejisi olarak lanse edildiği ve en küçük itiraz veya çekincenin Lytorad’ın ifadesiyle “anlatı yasaklısı” olmayla karşılık bulduğu bu kamusal vaziyet; yapı, ilişki ve işleyiş olarak temel gerçekliğimiz olarak aleyhimize işler halde önümüzdedir. Varlığımızın anlamına ve önemine, yapıp ettiklerimizin doğrululuğuna ve gerekliliğine ilişkin ana ameliyemiz; dışımızın, ötekilerimizin, düşmanlarımızın nasıl şeytan, nasıl canavar olduğu üzerinden seyrettiği için içerisi karartma uygulanan denetimsiz bir alana dönüşüyor. “Barbarlar” üzerine inşa edilmiş söylemin statükoyu muhafaza etmek üzere işbaşında olduğu bir sır değil bu açıdan. Bu bilinen sırrı bilmezlikten, görmezlikten, duymazlıktan gelerek yol almaya devam edecek miyiz? Kendisine kastederek, kendi varlığını anlamsızlaştırarak, dışarıyla hatta giderek hayatla gerçekliği muhal bir anlatı üzerinden bağ kurmaya devam ederek üstelik tarihe yeniden dönüş, medeniyet atılımı, oyun kurucu bir aktör iddialarıyla el yükselterek sürdürdüğümüz bu iktidar oyunu gittikçe bir ölüm-kalım meselesine dönüşüyor. En basit işleri bile aklın-mantığın gereklerine ihtiyaç duymayacak şekilde keyfileştirirken gerekçesini şeytanlaştırılan, canavarlaştırılan dışarıda bulduğumuzda veya toplumun duygu-düşünce dünyasını dalgalandıran vurucu hamlelerle karşıladığımızda yüzleşeceğimiz maliyeti ileri ki bir tarihte aramaktan veya beklemekten vazgeçmeliyiz belki de.
***
Eichmann duruşmalarıyla İsrail devleti resmi bir anlatı doğrultusunda gerçekliğe karartma uyguladığında daha başlangıcında Arendt’in ifadesiyle “kokuşmuş bir devlet” olmayla adeta doğarken günahla lekelenmiş hale gelmişti. Ardından Filistinlilere yönelik sistematik yok etme saldırılarıyla adeta küresel dünyanın istisnasına dönüştü ve yapabilme kapasitesinin artışının, Janus’un çift yüzlü oluşu gibi bir tarafıyla güç diğer tarafıyla lanet olduğunu fark edemiyor. İsrail yaptıkları yanına kâr kaldıkça kendisini haklı, güçlü ve doğru görüyor, İsrail’le baş etmekte acze düşenler ise ileri bir tarihte hak ettiği cezayı bulacağını düşünüyorlar. Peki, ya beklenilen ceza zaten bu hale düşmekse? Bulunduğu durum şayet başına gelebilecek en kötü cezaysa?
***
Statükoyu her türlü hukuki, idari, ahlaki bağdan bağımsız şekilde geleceğe doğru sündürmeyi sıra dışı bir başarı hikâyesi olarak görmek zaten yaşadığımız felaketin ne olduğundan bihaber olmaktır. Toplumlar geleceklerinde karşılaşacakları tehlikeleri büyüterek, abartarak şimdiye bir çekidüzen verme ihtiyacını hep hissetmişlerdir. Gelecekteki veya dışlarındaki bir takım unsurları korku ve tehdit unsuruna dönüştürerek yerleşik düzeni ve işleyişi sürdürme ihtiyacını hissettikleri gibi. Tam da bu hengâme içerisinde önümüzde ve dışımızda şeytanlardan, canavarlardan, tarihin olağanüstü bir yasasının tehditkâr varlığından bahsettikçe bizi nefessiz bırakarak öldüren kötülüğün sıradanlığını göremiyoruz. Dışardan, ötekilerden, şeytanlardan, canavarlardan korumaya çalıştığımız varlığımız bizatihi kendi elimizle anlamsızlaşıyor, önemsizleşiyor, çürüyor. Büyük düşmanlara karşı elbette uyanık olmak, tetikte bulunmak durumundayız. Ancak büyük düşmanlardan bahsedip sorumsuz ve denetimsiz bir alan içinde yaşıyorsak ve bunu bir sorun olarak görmüyorsak büyük düşmanlarımızı yanlış yerde arıyoruz demektir. Eichmann sıradan bir adamdı; ne şeytan ne de canavar. Anlamlı ve önemli olmak büyük düşmanlarla, şeytanlarla, canavarlarla kuşatılmış olmak anlamına gelmiyor. Bizi ancak bir şeytanın, canavarın, büyük düşmanların yok edeceğini düşünen herkes için incitici bir gerçek var: Çoğunlukla onlara gerek kalmayabilir.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------
* Mektuplardaki Felsefe, Arendt-Jaspers-Heidegger, Yusuf Örnek, Ayrıntı Yayınları