Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer, özel bir
ilişki ağının parçası olmanın temel atama-yükselme kriteri olarak öne
çıkmasının hem vicdanları rahatsız ettiğini hem de yeterliliğe ilişkin her
türlü işlemi anlamsızlaştırdığını belirtiyor.
"Kapalı bir gruptaki herkesin bazı kirli ayrıntıları
bildiği (ve diğerlerinin de bunu bildiğini bildiği) ama içlerinden birisi bu
ayrıntıyı yanlışlıkla yumurtladığında (veya bir şekilde ortaya çıktığında),
bildikleri halde hepsinin aynı anda utandığı o durumu hatırlayın- neden? Eğer
kimse zaten yeni bir şey öğrenmediyse, neden hepsi birden utanırlar? Çünkü
artık hiçbiri bunu bilmiyor numarası yapamaz (bilmiyor gibi davranamaz)- bir
başka deyişle artık büyük Öteki biliyordur. Burada Hans Christian Andersen’in
“Kral Çıplak” hikâyesindeki ders yatmaktadır: Görünümün gücü asla hafife
alınmamalıdır. Bazen yanlışlıkla görünümü bozarsak, onun ardından herşey
yıkılır.” Lacan üzerine yaptığı çözümlemeden aktardığım bu pasaj Slovaj Žižek’e
ait. Žižek, herkesin bildiği sırrın açığa çıkmasının ardından yürürlükteki
suskunluk sözleşmesinin devam edemeyeceğine ilişkin bir analiz koyuyor önümüze.
Herkesçe bilinen ancak bilinmiyormuş gibi davranılarak sürdürülen ‘görünüm’ bir
şekilde suskunluk sözleşmesinin korumasından yoksun kaldığında varlığını devam
ettiremez, bilinmiyormuş gibi davranılarak sürdürülen düzen aynı kalamaz.
Herkesin utanmasına ve bağlantılı olarak suskunluk/bilmezlik perdesi altında
sürdürülen yanlışa çekince koymaya götüren bu analiz çarpıcı şüphesiz. Ancak
çarpıcı analizleri de takatsiz bırakan pis gerçekler hep oldu, olmaya devam
ediyor. Birkaç gün önce basına yansıyan benzer bir kaç haber üzerinden hem bu
gerçeğe hem de bu gerçeğe zemin teşkil eden gerçekliğimize, işleyişimize
değinmek istiyorum.
Detayları ve aktörleri başka bir tartışmanın konusu olan
gerçekler şöyle: “Belediye Başkan Yardımcısının, Okul Müdür Yardımcısı olan eşi
76. maddeden sınavsız Şube Müdürü olarak atandı.” Aynı tarihlerde aldığım başka
bir haber: “MEB Bakanı, ÖSYM başkanlığı yaptığı dönemde devlet memuru olmayan
makam şoförünü Bakan atanınca sözleşmeli işçi statüsünde yanında getirmişti.
Özel Kalem Müdürlüğü kadrosuna istisnai kadro/atama ile alıp devlet memuru
yapılan kişi Özel Kalem kadrosunda birkaç gün görev yaptıktan sonra 76. madde
kullanılarak şube müdürü olarak atandı.”
Basında benzer haberler değişik bakanlıklar, kurumlar için de
dile geliyor. Genel anlamda kamuoyu bu tarz işlerin olduğunu biliyor, bu tür
işlemlerin yapıldığı kurumlarda herkes bilmezlikten gelse de neyin yapıldığını
gayet iyi biliyor. Yürürlükte bir suskunluk sözleşmesi var, herkesin utanç
duymasına yol açacak görünümün bozulmamasına ilişkin bir çekingenlik hâli
yürürlükte. İlk bakışta böyle görünüyor olabilir. Yukarıda aktardığım analiz de
bu görünüm üzerinden anlam kazanıyor.
Ancak açık konuşmak gerekirse Türkiye’de bu tarz haberlerin
ardından deneyimlediğimiz kamusal kayıtsızlık hali gösteriyor ki bu çarpıcı
analiz durumumuzu izah etmekte son derece yetersiz kalıyor. Yetersiz kalıyor
çünkü bizim bilmiyor numarası çekemeyeceğimiz, suskunluk sözleşmesinin
geçersizleştiği, görünümün bozulduğu kısacası görmediğimizi, duymadığımızı,
bilmediğimizi söylediğimiz şeyin toplum olarak önümüze çıktığı noktada ne
mevcudu askıya alacak bir utanç durumu yaşıyoruz ne de işleme ve müsebbiplerine
hesap çıkaran bir performans sergiliyoruz. Basına yansıyan bu ve benzeri
haberler üzerinden ne “Kral Çıplak!” benzeri bir görünüm yıkılması yaşadık ne
de altından kalkamadığımız bir utanç haline gark olduk. Artık utanç duymuyoruz
anlamında bir şey söylemiyorum. Daha önce bu tip işler için utanç duyduğumuzu
gösteren bir emare de yok açıkçası. Zaten bu tarz bir durumumuz olsaydı ne bu
tarz işler olmaya devam ederdi ne de bu işlerin olmasından hiçbir şekilde
etkilenmeyen bu sistem varlığını sürdürebilirdi. Ortada ciddi bir durum var.
Sessizlikle, suskunlukla, herhangi bir utanç belirtisi göstermeden, bir şey
yokmuşcasına geçiştiremeyeceğimiz bir vaziyetle karşı karşıyayız. Tarkovsky‘in
Solaris filminde şöyle bir replik geçiyor: “Ingmar Bergman’a sormuşlar;
“Gidişat kötü, dünya nasıl kurtulacak?” “Utanç” demiş Bergman. “Dünyayı bir tek
utanç kurtarabilir!” Gidişat kötü ve mesele kurtuluşumuzla ilgili. Hz. Peygamber
seferden döndüğünde asıl büyük cihad şimdi başlıyor demişti. İşlerimizi
yürütürken hakka, hukuka, adalete riayet etmeyeceksek, ehliyeti-liyakati
gözetmeyeceksek, karşımızdaki en azılı düşmanımız bile olsa en hayati
borcumuzun “adalet” olduğunu unutacaksak “savaşıyor” ve hatta “yaşıyor”
oluşumuzun ne anlamı olabilir?
“Hak yemek , sol elle yemek yemek kadar dikkat çekmedi bu
ülkede” tespitinde bulunmuştu İsmet Özel. Mesele sadece atanana kişilerin
atandıkları yere usülüne uygun gelip gelmedikleriyle sınırlı değil. Meselenin
içeriği, aktöleri, meselenin gerçekleştiği yer, zaman, ilişki ağı ve gördüğü
muamele bütün olarak değerlendirildiğinde ne tür sevimsiz bir görünüm arz
ettiğine değinmeye çalıştım. Diğer taraftan aktardığım bu hadiseler dikkat
edilirse ülkemizin eğitim-öğretim faaliyetlerini yürütmekle sorumlu bakanlığında
gerçekleşiyor. Yani memleketin eğitim-öğretim faaliyetini yürüten bakanlık
hakka, hukuka riayet eden, eleştirel düşünen, yorumlama kabiliyeti yüksek,
milli ve manevi değerlerine bağlı vs. gibi gençler yetiştirmek için son derece
rafine, steril bir “resmi anlatı”da bulunuyor diğer taraftan bu resmi anlatının
kaderini tayin eden asıl belirleyici pratiğin hoyratlığını ise dert etmiyor. Bu
hadiseyle yeniden deneyimliyoruz, Türkiye’nin eğitim kavrayışı o kadar çarpık,
o kadar teknik, o kadar yüzeysel ki asıl önemli ve belirleyici faaliyeti göz
ardı edip etki kapasitesi son derece sınırlı, teknik ve tali olan okul içi
eğitim-öğretim faaliyeti için kıyametler koparıyor. Kişilikleri, karakterleri
kalıcı bir terbiyeden geçiren öldürücü, ifsat edici uygulamalar destursuzca
hayata geçirilirken ses çıkarmayıp eğitim-öğretim faaliyetleri için sayısız
proje yürütmek gibi bir çabada yol almak en iyimser ifadeyle eğitim-öğretimin
neye karşılık geldiğinden bihaber olmaktır. Bir şey yapılırken yapılan ve
yapılmayan bütün halinde değerlendirilmediğinde sapla saman birbirine
karışıyor. Örneğin ÖSYM sınav yapıyor, alınan abartılı tedbirlere bakınca ilk
bakışta kurumun titizliği, ciddiyeti, milletin hakkına-hukukuna gösterdiği
hassasiyeti görüylüyor. Ancak tüm titizlik, ciddiyet, hassasiyet abartılı
tedbirlerle birleştiğinde şaibeli kılınan bir öğrenci ve gözetmen veya toplumun
kendisi olup çıkıyor. Oysa toplum (adaylar, gözetmenler) bu tedbirlerle şaibeli
kılınırken öğrenmiştik ki ÖSYM’nin mahreminde olmadık işler çevrilmiş, milletin
hakkına-hukukuna tecavüz edilmiş. Eğitim-öğretim faaliyetimizde de durum buna
benziyor açıkçası. Basına yansıyan bu tarz atamalar tekraren altını çizerek
belirtelim, yerleşik işikiyi, yerleşik tarzı onamakla kalmıyor. Terbiye ediyor,
kalıcı bir terbiyeden geçiriyor toplumu. Eğitimi hayatımızın sınırları özenle
çizilmiş belirli bir anında/alanında gerçekleşen ikincil, eklektik, mekanize
bir faaliyet zannediyoruz.
Oysa asıl eğitim faaliyetimiz bu. Devletin işleyişi, usule
erkâna riayet, toplumun siyasal, ekonomik, kültürel, ahlaki düzeyi, sivil
toplum yapılarımızın, basının, akademinin nitelikleri kısacası mevcudiyetimizin
kalitesi-kalibresi geçerli eğitim-öğretim faaliyetinin ne olduğunu ortaya
koyuyor. Karakterimizi, kişiliğimizi, ilişkilerimizi, yarınlarımızı belirleyen
eğitim bu. Okul içindeki eğitimin önemli ölçüde başarısız, etkisiz olmasının
sebebi de bu. Okul düzeneği üzerinden adeta suyu tersine akıtmaya çalışıyoruz.
Kodifikasyonu bambaşka bir hayat yaşayıp kurumsal/kitlesel bir faaliyetten mucizevi
bir sonuç bekleyemeyiz. Hayat akışımızla okul içinde yürüttüğümüz faaliyet
arasında dağlar kadar fark var. Arada devasa bir açık var hatta karşıtlık var.
Bu tarz uygulamalar yukarıda da belirtildiği gibi ehliyet-liyakat ilkelerine uygunsuzlukta tüketilemez. Bu uygulamalar bizi eğitiyor. İnsanların talep ve beklentileri önündeki setleri kaldırıyor, ihtirasları körüklüyor. Özel bir ilişki ağının parçası olmanın temel atama-yükselme kriteri olarak öne çıkması sadece vicdanları rahatsız etmiyor. Aynı zamanda yeterliliğe, yetkinliğe ilişkin her türlü iş ve işlemi anlasızlaştırıyor. Belirli pozisyonlara gelmenin belirli ölçütlere bağlanması sadece bürokratik bir gereksinim, sağlıklı bir işbarışı için değil aynı zamanda toplumsal terbiyenin makuliyeti için de kaçınılmazdır. Mustafa Şahin “Sayın Efendim” öyküsünde çarpıcı şekilde dile getirdiği gibi “kalp ritmi düzene girmemiş aramızdaki sayılı genç için böyle konuşmaya mecburum. Zira can güvenliğimiz, neslin emniyeti onların korunmalarına bağlı.” Gidişat kötü, sanırım kalp ritmi düzene girmemiş kimsemiz kalmadığı için bırakın yanlışı engellemeyi konuşmuyoruz bile. Bir itirazımız yok bu düzene, öfkemiz taksimattan payımıza düşenle ilgili.