Geçen
iki yıl boyunca kafamıza o kadar fazla bulaşıcı hastalık gündemi pompalandı ki,
şehirli köylü, yaşlı genç, çoluk çocuk hepimiz bilir bilmez aktardık,
yorumladık ve mevzunun uzmanı olduk. Şimdi korona konusunda bir sınav yapsalar
memlekette hiç kimse 50’den aşağı almaz.
Virüs
haberlerini öyle abarttılar ki, konuşma dilimiz de değişti, en başta salgına
pandemi dedik. Kelime dağarcığımız, entübe, pozitif, filyasyon, mutasyon,
varyant, sinovac, biontek, diye devam eden bir dizi terimle doldu taştı.
Hangi
ülkede bugün kaç kişi koronadan öldü, neredeyse onları bile ezberlettiler. Ve
maske muhabbeti de devam ediyor.
Sonra
sabah akşam ekonomi konuşur olduk. Alakalı alakasız herkes enflasyon, faiz,
döviz, zam, ihracat konusunda ahkam kesecek kadar kendini meselenin tarafı
görüp, görüş serdetmeye başladı:
“Pandemi
döneminde boşu boşuna işyerlerini kapattılar, sokağa çıkma yasağı ilan ettiler,
zararlara karşı destek için çok fazla karşılıksız para bastılar, enflasyonun
fırlayacağı belliydi.”
“Şirketlerin
önünü aşırı derecede açtılar, çoğu geçmişteki gibi hayali ihracat yapmaya
başladı. Bu da içerdeki piyasanın dengesini bozdu.”
“Siyaset
kurumu Merkez Bankasına müdahale ettikçe dolar yükseldi. Faiz kendi kendine
inmeliydi (nasıl inecekse), talimatla düşürülünce tabi ki böyle olacaktı.”
“Tüm
dünyada pandeminin yol açtığı dev bir kriz var, onun etkileri burada da ağır
bir şekilde hissedilecekti, yaşananlar küresel bir sorunun parçası. Ama
Türkiye’nin gelişmesinden rahatsız olanların da müdahalesi tartışılmaz bir
husus.”
“Devlet,
kendi sattığı enerjiye zam yaptı, vergileri yükseltti, bunlar da üreticiyi zor
duruma soktu, zamlar oradan başladı.”
“Kamudaki
israf ve dengesiz harcamalar hiçbir zaman kriz ihtimallerine göre düşünülmedi.
İç ve dış politikada, dünyadaki yerleşik düzene muhalif söylemler ve
uygulamalar da ekonomik istikrarı kökten bozdu.”
Oysa
kendimize hiçbir sorumluluk yüklemeyen yukardaki gibi doğru yanlış tespitleri
art arda sıralamanın dayanılmaz zevki, sıkıntılı zamanların malzemeleriyle
birleşince ortaya güya parlak fikirler çıksa da bunlar, gazete bulmacasını
çözmek gibi konuşanı aşmıyor.
Ta
aşağılardan en yukarılara kadar kim varsa, duyduğunu okuduğuna, yaşadığını
anladığına ve tahminini önyargısına katarak ekledikçe eklemeye devam
ediyor.
Hele
işin profesörü ya da şöhretlisi TV’den filan fiyakalı cümlelerle konuşunca
milletin ihtisas damarı daha bir kabarıyor.
Mesela
acayip bilicilerden biri diyor ki: “Merkez Bankasının geç likidite ile, piyasa
yapıcılarına APİ çerçevesinde verdiği efektif ortalama marjinal fonlama oranı,
zaten paradoksal olarak ekstremum bir paritedeydi dolayısıyla kur garantili
mevduat sistemi, net faiz artışı şeklinde değil, mevduat sahibi açısından,
örtülü mevduat opsiyonu biçiminde düşünülmeli.”
Bu
süslü cümleleri henüz kuramasak da, şu ekonomi meselesiyle o kadar çok meşgul
ediliyoruz ki, küçücük çocuklarımız bile sorun-çözüm analizleri yapmaya
başladılar.
Tabi
ki kazanma ve harcama, hayatın merkezindeki en temel hakikatlerdendir ve illa
ki herkesin bu konuda da diyeceği şeyler olmalı ama söylediğimiz şeyler, farz-ı
muhal yaraya merhem bile olsa haddini aştığında dert getirir.
Paramız için endişelenip de dert yanarken bir o kadar da Mescid-i Aksa konuşuyorsak, Filistin’i, Suriye’liyi, Mısır zindanlarını, bu ülkedeki ahlaki yozlaşmaları, aile dramlarını ve bunlara nasıl çözüm bulunacağını ele alıyorsak sorun yok.
Döviz konuştuğumuz kadar, üzerimizdeki Kur’an ve Sünnet emanetinin sorumluluklarını da irdeliyorsak, problem yok.
Elhasıl, toplum olarak içine çekildiğimiz münakaşalar ne kadar gerekli olsa da, bu akışın kontrolsüz bir nesnesi durumuna düştüğümüzde, yarın, paralar için değil kaybettiğimiz zamanlar için hayıflanacağız.
Pazar
ola..