Dünya Alimler Birliği Başkanı Ahmed er-Reysuni ve Genel
Sekreteri Ali Muhyiddin el-Karadaği'nin imzasıyla yapılan açıklamada,
"tanıma, normalleşme veya siyasi veya ekonomik destek dahil, İsrail
işgaline ve saldırılarına hizmet etmek sadece haram değil, işgal altındaki Filistin'e,
Filistin halkına ve Mescid-i Aksa'ya yönelik suçlara ortak olmaktır"
dendi.
BM üyesi 192 ülkenin 160’ı maalesef işgal ve terör rejimi
olan israil’i devlet olarak tanıyor. 32 ülke ise tanımıyor ve İsrail
pasaportunu kabul etmiyor. Yalnız bu tanımayanlar içinde yer aldıkları halde
BAE, Bahreyn, Sudan ve Fas, normalleşme anlaşmasıyla tanıma sürecini başlatmış
oldular. 1973 yılında tanıma kararından vazgeçen Küba’yı da unutmamak gerekir.
Tabi Dünya Alimler Birliğinin, israil’i tanımadan vazgeçme
çağrısının, özellikle işgal rejiminin Gazze’ye yönelik saldırılarının
başlamasından bu yana, “terör devleti” tabirini çok sık kullanan Türkiye’ye
yönelik olduğu da ortada.
Türkiye, aslında başta yani 29 Kasım 1947’de BM Genel
Kurulunda Filistin topraklarının israil ve Filistin diye kurulacak iki ayrı
devlet arasında taksim edilmesine karşı Arap ülkeleriyle birlikte red oyu
vermişti.
İngiltere’nin Filistin’deki güçlerini çekmesi henüz bitmeden
14 Mayıs 1948’de kuruluşunu ilan eden bu lanetli çeteye karşı, Arapların ertesi
gün başlattığı savaşın ardından 12 Aralık 1948’de, ABD, Fransa ve Türkiye
arasında “Filistin Uzlaştırma Komisyonu” kuruldu. Güya ABD, israil’den taraf,
Fransa tarafsız, Türkiye ise Araplarla birlikte israil’in kurulmasına red oyu
verdiği için Filistin’den yana bu komisyonda temsil edilecekti.
Ve Sovyetler Birliği ile iyice korkutulup 4 Nisan 1949’da
kurulacak NATO’ya üyelik vaad edilen Türkiye makas değiştirdi ve 28 Mart
1949’da israil’i devlet olarak tanıyan ilk Müslüman ülke olarak tarihe geçti.
Halbuki Sovyetler, ABD’den sonra israil’i devlet olarak tanıyan ikinci ülkeydi
hem Araplara karşı savaşında israil’e silah desteği de veriyordu.
Türkiye’nin bu kararına Arap ülkeleri neden tepki göstermedi
sorusunun cevabı herhalde her birinin kuruluş macerasında aranmalıdır.
İki ülke arasında diplomatik temsiliyetler yer yer
maslahatgüzarı seviyesine düşse de ticari ilişkilerin çok da gerilediği
söylenemez.
Toprakları üzerinde 40 tane ABD üssü ile birlikte, Malatya
Kürecik’te israil’i koruyan radar üssünün de bulunduğu laik, Kemalist batı
yönelimli mevcut devlet rejiminin mazisinden, değerlerinden, şahs-ı
manevisinden kopuk cumhuriyet öyküsünün üzerine bir de ekonomik, siyasi, askeri
yapısındaki kırılganlıklar ve gerek küresel gerekse bölgesel ilişkilerindeki
nice karmaşık durumla beraber, işgal rejimi aleyhine radikal bir politika
değişikliğini ilan etmesini beklemek herhalde biraz fantezi olacaktır.
Lanetli katil sürüsü için en üst perdeden söylenen “terör
çetesi, terör rejimi, terör devleti” gibi ifadelere, pratikle tam örtüşmeyen,
alışılmış hamaset söylemleri olarak bakmak da hakkaniyete uymaz. Çünkü bunun,
israil aleyhine her tür sözlü hakareti de en ağır suç sayan batı dünyasına rağmen
yapıldığı ortadadır.
Yine 2002’de melun Şaron’un katliamlarını kınarken,
katliamdan, şehadet saldırısında bulunan Müslümanları da sorumlu tuttuktan
sonra, israil’in soykırım uyguladığını ve isterse radikal İslamcıların oyununu
bozabileceğini söyleyen Ecevit, bu soykırım sözü için Mecliste, beş defa özür
dilemekle kalmamış, yahudi lobilerine de mektup yazarak defalarca özür beyan
etmişti.
Daha öncesini de biliyorsunuz. 24-27 Şubat 1997 de
Genelkurmay Başkanı Karadayı, o dönem yine bu çetenin sözde başbakanı olan
Netenyahu’yu ziyaret etmiş ve dönüşünden bir gün sonraki MGK’dan “Kudüs Gecesi”
etkinliğinin bile suç sayıldığı bir darbe kararı çıkmıştı.
Sonuçta devletlerin resmi/açık olarak nerede durduklarından
ve ne yaptıklarından ziyade “defacto” olarak attıkları veya atacakları adımlar
önemlidir.
Bunun için, arka plandaki kirli işlere ve bilinen nice
olumsuzluklara rağmen, mesele, kendisinden umudu olanları şaşırtmamaktır.