Bu memlekette artık gitgide netleşen iki farklı tutum var.
Bunu sadece siyaset için değil tüm alanlarda görebiliyoruz.
Birinci tutuma göre batının bu devlet üzerindeki tahakkümü artık hükmünü yitiriyor ve tam bağımsızlıktan taviz verme karşılığında küresel sistemin vereceği bir ödül de kalmadı veya vermiyorlar.
Dolayısıyla artık kendi ayaklarımız üzerinde durmamız ve bunun için ödenecek bedelleri hafifletecek bir yol haritası çizmemiz gerekiyor.
İkinci tutum ise, bizim batının üzerimizdeki hegemonyası olmadan kendi kaderimizi tayin etmemiz asla mümkün değildir. Zira biz artık batının doğal bir parçasıyız ve onlardan bağımsız hiçbir taşı yerinden oynatmamalıyız. Yoksa onlar sayesinde eriştiğimiz bütün kazanımlarımızı kaybederiz.
Bu iki kutup, ABD’nin, önce 6-8 Ekim sonra ise 15 Temmuz’daki operasyonunun fiyaskoyla sonuçlanmasından sonra daha da kendini açık etmeye başladı.
Bu iki tavır o kadar süratli atraksiyona başladı ki, yakında bu iki çığın ne kadar büyüdüğünü daha açık misallerle göreceğiz.
Evvela, bir ülke için “bölgesi” tabiri, tarihinden bağımsız düşünülemez. 20 milyon kilometrekarelik devasa bir coğrafyada yüzyıllarca hüküm sürmekle beraber ciddi izler bırakmış bir canlı mirası sahadan bütünüyle silmek imkansızken hayallerden ve ideallerden söküp atmak herhalde ondan daha zordur.
İkincisi, ilk tutumu benimseyenler, küreselci projenin, bireyin sosyopolitik kimliğinin sabitlenmeye başladığı ergenlik dönemlerini de hızlı biçimde kontrol ederek seküler olmayan aidiyetleri zayıflatma çabasına karşı tek çözüm olarak “ağır risk” etiketiyle kodlanan radikal adımları atma eğiliminde gözüküyor.
Diğer tutumun sahipleri ise, son seçimlerdeki seçmen tavrını en büyük dayanak olarak görerek, memleketin yarısının tam müstakil devlet düşüncesini umursamadığını düşünerek batının kabul ve tanıma şartı olan laik ve Kemalist kodlarla oynamak anlamına gelecek her türlü adımın karşısında duruyor.
Batıya teslim olan taraf, mesela nasıl olsa, “asla açılamaz” dediği Ayasofya’dan sonra, bu “oy almak için yapılan popülist bir girişimdir” demişti ancak İstanbul Sözleşmesinin iptali işlerini daha da zorlaştırdı.
Çünkü meş’um sözleşmeden yana olmanın, kadını koruma değil cinsi sapıklığı savunma anlamına geldiği algısı toplumun geniş kesimlerinde kabul görmeye başladı.
Şimdi elde sadece ekonomi kozu var. Batının kölesi olmaya mecburuz diyenler, ülkedeki yüksek faizin, enflasyonun, işsizliğin ve dövizdeki yükselişin tamamen batıyı rahatsız eden söylem ve eylemlerden kaynaklandığını, onları hoşnut etme durumunda göstergelerin çok iyi olacağını iddia ediyorlar.
Ve bu yaklaşım kitleler üzerinde şu anda tutuyor. Batı da bu iddiayı beslemek için sosyal medya başta olmak üzere elindeki tüm yayın araçlarını, tanınmış figürleri bolca kullanıyor ve klasik numaralarını sonuna kadar sergiliyor.
Halbuki, Öcalan’ı teslim ettiklerinde, o zaman kendilerini alkışlayan devlet yönetiminin elinde çökmüş olan ekonomi için, batılıların kıllarını kıpırdatmadıkları gerçeği, henüz daha unutulmuş değil.
Diğer bir husus da, ABD gibi tüm dünya halklarının nefretinin odağına yerleşmiş emperyalist güçlere karşı kendini ispatlama, dik durma gibi cesur tepkiler, Türkiye toplumu için de sempati topluyor.
Elhasıl, ekonomik gündem sürekli halkın zihnine
yerleştirilerek batı yanlısı kesim güçlendirilmek isteniyor.
Oysa batı dediğiniz dünya vahşidir, cimridir, duyarsızdır, merhametsizdir, vefasızdır, bir kuruş verecekse, şerefinizi, namusunuzu, haysiyetinizi almadan vermez.
Kendisine boyun eğmeyene hiç hiç vermez. Bu kadar basit bir tecrübeyi göz ardı edecek kadar saf olanlar içinse, memleketin dünü, bugünü ya da yarını için konuşmanın lüzumu yoktur.