Geçen hafta Cuma öncesi Bingöl’de 4,0 ve sonrası İzmir’de 6,9
şiddetinde iki deprem yaşandı. Deprem ve diğer felaketler beden ve gönül
dünyamızı sarsmakta ve etkilemektedir. Felaketin tabii ve kader yönü dahlimizin
olmadığı bir alandır. O alana ancak musibeti def etkisi olan ‘dua’ ile dâhil
olmalıyız. Musibetlerin etkilerinde ihmalkârlık, tavır, algı ve risk yönetimi
ise dâhil ve müdahil olabileceğimiz alanlardır.
Deprem, yangın, sel felaketi ve benzeri bir afet olduğunda
genellikle iki algı, tavır önümüze çıkar. ‘Allah cezalarını verdi. Zaten içki,
zina, kumar gibi isyan ve günahların sonucu bu!’ Diyenler ve ‘Bu yaklaşımdan
rahatsız olanlar.’
Deprem, sel, yağmur, ay tutulması gibi doğal olayları
Sünnetullah dediğimiz sebepler zinciri içinde değerlendirmek daha doğrudur.
Deprem riskinde fay hattı, erozyon riskinde ağaçsızlık ve tsunami riskinde
yağış ve deniz etkisini göz ardı etmemek lazım. Başa gelen musibeti salt ‘günah
ve isyan endeksli’ düşündüğümüz zaman birileri fay hattı üzerinde olmayan,
ağacı bol olan ve yağış almayan yerleri önümüze sürer de apışıp kalırız. Ateşe
yakma tabiatı veren Allah’tır, dileseydi vermezdi; ama her musibete giden yolda
insan tutum ve davranışlarının da bir etkisi olduğunu unutmamak lazımdır.
Türkiye’de, deprem büyük bir risktir. 18 şehrimiz, aktif fay
hattı üzerindedir. Hemen hemen yer yıl yıkımlı ve ölümlü bir iki deprem
felaketi yaşıyoruz. Bu gerçekler ışığında deprem riskinin algısal etkisi önem
kazanmaktadır.
Türkiye’de risk algısı ve yönetimiyle ilgili ilk ciddi çalışmaya
1999 Gölcük Depremi sonrası rastlamaktayız. Bu yöndeki çalışmalar için bir
başlangıç olan Gölcük Depremi, afetlerle mücadelede genç yaşlı, kadın erkek,
devlet kurumu STK, cemaat cemiyet demeden toplumun tüm kesimlerinin bir arada
hareket etmesi gerekliliğini ortaya koymuştur. Bu tarihten itibaren felaketler
karşısında dayanışma, yardımlaşma ve birlikte hareket etme refleksinin toplumda
yer ettiğini görmekteyiz. Son İzmir depremi buna şahittir. Elif bebeğinin üç
gün sonra enkazdan sağ çıkması toplumsal merhamet ve sevincin ayrı bir
resmiydi.
Türkiye’de her birey depremi bire bir yaşama veya medya
aracılığıyla sık sık şahit olma nedeniyle az çok deprem deneyimine sahiptir.
Yapılan risk algısı tespitlerinde çoğu insanın depremle birlikte psikolojik travma
geçirdiği ve tekrar büyük bir afet yaşamaya hazır olmadığı görülmüştür.
Bireylerin sosyo-ekonomik seviyeleri risklere karşı duyarlılığı etkilese de,
bunun risk azaltma faaliyetleriyle somut bir bağlantısı yoktur. Hane içerisinde
risk azaltma faaliyetlerinde, kadınlar öne çıkmaktadır. Yerel ve merkezi
yönetimlere duyulan güvensizlik, halkın risk azaltma faaliyetlerine katılımında
önemli bir engeldir. Risk azaltma konularında halkın katılım sağlayabileceği
ortamların oluşturulamaması önemli bir sorundur. Riskleri ve risk sonuçlarını
bilmek insanları harekete geçirmek için yeterli değildir; riskleri azaltma
yönünde alınacak tedbirleri bilmek şarttır. Şehirlerin varoşlarında
yaşayanların yönetim ve kurumlara yönelik güvensizlikleri yüksektir. Gelişmiş
risk algısına sahip olan bireyler, şehirlerin güçlü, planlı imar edilen ve
sağlam zemine sahip yerlerde ev alma ya da kiralamayla, deprem riskini minimize
etmeye çalışmaktalar.
Deprem veya başka bir felaket sonrası toplumun risk algılama
düzeyini anlama ve riskleri azaltma yönündeki çalışmalar önemlidir. Deprem
akabinde gelen travmatik hal, çaresizlik, isyankâr tavır, oyalama taktikleri ve
kaderci yaklaşım yerini zarar azaltma, yara sarma, ihmali önleme ve afete
hazırlık gibi çalışmalara bırakmalıdır. Depremle ilgili olumlu olumsuz tavır
değişikliğinde ve risk azaltma faaliyetlerine katılımda eğitim düzeyi, hane
halkı geliri, mekansal özellikler, inanç ve aidiyet duygusu önemlidir ve öne
çıkmaktadır.
“Deprem öldürmez, ihmal öldürür.” “Tedbir, tevekküle anlam katar.” ve “Musibetin acısı ve sancısı paylaşma ve
dayanışma ile hafifler.” Gibi serlevha cümlelerin felaket ve bela algımızı
doğrudan ve olumlu etkileyeceğini unutmayalım.