Bugün
ezanın aslına döndürülmesinin yetmişinci yıl dönümü. 17 Haziran 1950 yılında
nihayet hasret bitmiş ve evvela öğle ezanı aslıyla okunmuştur. Bakalım resmi
veya sivil kurumlardan konuyla ilgili bir açıklama gelecek mi? Yoksa yakın
tarihte böyle bir hadise olmamış gibi mi davranılacak? Ezan, kim tarafından tam
on sekiz yıl boyunca “Tanrı uludur” diye okutturuldu. Direnenler neden en ağır
biçimde cezalandırıldı. Müslüman toplumun buna tepkisi ne oldu? Bakalım bunlar
hatırlanacak mı?
Maalesef
mânâ ile kıymet arasında bağ kurma melekemizin zayıfladığı son birkaç asırdır,
kaybettiğimiz ‘kendimiz’i iyiden iyiye unuttuk, peşinde bile değiliz.
Meselenin
elbette ki bir iki asır öncesinden başlayan mağlubiyetlerle alakalı bir tarafı
var. Çünkü batıya tam meftun olmuş son dönem payitaht Osmanlı’sı, ittihadçısı,
jön türkü, aydını ve bunların sürüklediği bir yıkım var. Öyle ki maalesef
yaptığı son derece edep dışı tablolarla meşhur son halife örneği var. Sonra sünnetullahın
işleyişi yani kader-i ilahinin art arda gelen silleleri var.
Ve
bu ezan öyküsünün dayanağı da sayılacak “Dini Islah Beyannamesi” var. Hani,
1928 yılının yine Haziran ayında, dönemin iki gazetesi de işin içine katılarak
bir numara çevrilir. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından bir
rapor hazırlanır. Daha doğrusu gönderilen metin, bir takım hocalara
güzellikle(!) imzalatılır.
Ve
Bernard Lewis’in de iftiharla naklettiği bu raporda, ibadetin şekli, dili,
niteliği ve düşüncesi olmak üzere dört başlıkta tavsiyelere yer verilir.
İbadetin şekli için camilere oturulacak sıra ve dolaplar konmasından, temiz
ayakkabılarla girilmesinden bahsedilir. İbadetin dili için, tüm dua ve
tapınmaların ulusal dilde olmasında ısrar edilir. İbadetin niteliği için,
acilen modern ve kutsal enstrümantal müziğin aletlerle ve müzisyenlerle
camilerde yer almasından söz edilir. İbadetin düşüncesi bölümünde ise, gerekli
felsefe eğitimi almış vaizlerin rehberliğine vurgu yapılır.
Ve
işte bu raporun da bir uygulaması denilerek, bu ülkede ezana yapılmış olan
muameleyle (zulümle) ilgili malumunuz olan kronolojiyi kısaca hatırlayalım.
29
Ocak 1932, Hafız Fırat kendisine verilen talimat gereği, Fatih Camii
minaresinden elindeki kağıda bakarak ilk “Tanrı Uludur” metnini okur. Aynı
yılın 18 Temmuz’unda ise Diyanet Reisliği tüm müftülüklere ezan ve kametin
artık böyle ‘tangır tungur’ okunması talimatını verir. Kanunda cezası yer almaz
ama yine de 1941’e kadar buna direnen imam ve müezzinlere rasgele en ağır
cezalar verilir, işkenceler ve infazlar yapılır. 2 Haziran 1941’de ezan ve
kameti arapça aslıyla okuyanlara üç ay hapis cezası ve 10 liradan 200 liraya
kadar para cezası öngören bir yasa çıkarılır.
Ta
ki 1950’nin 16 Haziranına kadar. Menderes iktidara geldikten bir ay sonra ezan
tekrar aslına çevrilir.
Burada
iki ilginç ayrıntı vardır.
Birincisi,
korkulan Sovyet tehdidine karşı dindarların desteğine ihtiyaç olduğuna kanaat
getiren dönemin CHP’sindeki ağırlıklı fikrin, toplumun Demokrat Partiye yönelme
sebebini de görerek tamamen siyasi saiklerle bu yasağın kalkmasına destek
vermesidir.
İkincisi
de kanun, Türkçe ezan okumayı yasaklamadığı gibi Arapça ezan okumayı da mecburi
hale getirmemiştir. Ancak buna rağmen hiçbir camide hiç kimse bir daha asla
“Tanrı Uludur” dememiştir.
Ve
o gün yani koca bir on sekiz yıl aradan sonra camilerden tekrar “Allahüekber”
sadâsının yükseldiği gün, adeta halk yeniden doğmuştur. Şanlıurfa’da ağlamaktan
ezanı okuyamayan müezzin mi dersiniz, İzmit, Bursa, Konya ve daha bir çok yerde
kesilen kurbanlar mı dersiniz, hükümete çekilen binlerce tebrik telgrafı mı
dersiniz, yedi defa okunan ikindi ezanları ve sanki Mekke’nin fethinde Kabe-i
Muazzama üzerine çıkan Hz. Bilal’e kulak verirmiş gibi toplanan kalabalıkların
gözyaşlarıyla Ezan-ı Muhammedi’yi dinlemesi mi dersiniz tam bir bayram havası
yaşanmıştır. Ve her ne kadar 5 Şubat 1932’de arapça olmayan ilk hutbe kendisine
irad ettirilmiş olsa da, ezan aslına çevrildiğinde Sultanahmet Camiinde imam
olan meşhur bestekar Saadettin Kaynak’ın, 16 şerefeden 16 sesi güzel müezzine
yarım saat ezan okuttuğu da kimi hatıralarda nakledilmiştir.
Mühimi
unutmak asla cezasız kalan bir müsamaha ameliyesi değildir. Öyle olsaydı daha
geçen ay İzmir’de cami minarelerinden müzik dinletildiğinde, ‘ne oluyor, bu da
neyin nesi?’ diye afallamazdık.
Madem
ki Ezan-ı Muhammedi sıradan bir çağırma iletisi değil, İslamın en temel
şiarlarındandır. O halde aslına çevrildiği gün en azından bir kutlama yapılması
gerekmez mi?