Bu
coğrafyaya bir kaç asırdır öyle virüsler bulaştırdılar ki, maalesef
mutasyonlarla farklı kılıklarda varlığını halâ devam ettiriyor. Kendi
hastalıklarını Frenkler, Almanlar, İngilizler vd. geçmiş karanlıklarından
kurtulmak için icat ettikleri ‘aydınlanma’nın zifiri karanlığında
bulaştırdılar. Genleri sanki pandoranın kutusuydu da Yunan ve Roma
dönemlerinden beri zaten virüslerle doluydu. Sömürecekleri ya da işgal
edecekleri yerler için kutuyu açmakta çok cömert davrandılar. Virüslerini kimi
zaman kimyasal ve spesifik bombalar olarak bıraktılar ama çoğunlukla sapkın
fikir ve ideolojiler olarak yaydılar. Bunun için kitlelerin; cehalet, taassup,
yoksulluk, yorgunluk, hased, açgözlülük, korku ve ihtilaf gibi zaaflarını
kullandılar.
Tüm
dünyaya olduğu gibi İslam coğrafyasının her lokasyonuna da öldürücü menfî
milliyet illetini özenle ektiler, suladılar, ürün aldılar..
Oryantalizm,
Müslüman zihinleri iğdiş edecek virüsler üretmek için büyük bir laboratuvardı.
Çok çalıştılar, her yere sokuldular, ilim ve irfanın hücrelerine yapıştılar.
Yine batıya eğitim için gidenler adeta virüsleştirilerek payitahta
gönderildiler. Bunlar son derece örgütlü ve aktif biçimde çoğaldılar,
bulaştılar, bulaştırdılar, ruhların şavkını, kalplerin ziyasını söndürdüler.
Bunlar öyle tehlikeli idi ki, bulaştığı kişiyi mankurtlaştırıyordu, kendi
inancına, değerlerine, geleneğine, tarihine düşmanlaştırıyordu. En önemlisi de
kimi enfekte etmişse vücudunun organları arasındaki bağları koparıyordu.
Karaciğer mideye, akciğer böbreğe hasım kesiliyordu.
Bilad-ı
İslam, batının kendi içine attığı virüslere karşı az da olsa bağışıklık
gösterdi, direndi. Bunun için çok bedel de ödedi. Ancak bünye, uğradığı
bombardıman karşısında çok zayıfladı. Ağır hasarlar aldı. Müslüman kitleler
birbirlerine su-i zan, küffara ise hüsn-ü zan duymaya başladı. İslam aleminde
ilim, alim, medrese, şeriât, ahkâm-ı İlâhi, tarikat, ibadet gibi İslami
şiarlara karşı hürmeti, ilgiyi, güveni, bağlılığı ve aidiyeti zayıflattı. Çoğu
bireyde haram-helal hassasiyetini köreltti. Ekserinde beş vakit namaz
davranışını sildi.
Fiili
olarak da işgal edilen kendi topraklarını nispeten kurtarmakla sevinenler
-ba’de harab’il Basra- istilacıların bıraktıkları virüslerin tahribatını kısmen
öğrenmişlerdi lakin iş işten geçmişti.
İşte
öyle bir hengâmede Mevlâ yine lutfetti. Zamanı, zemini ve zihinleri iyi teşhis
edip ona göre reçete yazan bir müceddid gönderdi. O büyük hekim Bediüzzaman
Said Nursi Hazretleri idi. Yazdığı sadece Hastalar Risalesi veya İhtiyarlar
Risalesi ile değil, İhlas ve Uhuvvet Risalelerinden Meyve Risalesine, Mucizat-ı
Ahmediyye’den, Ene ve Zerre Risalesine, Haşir Risalesinden Ayet-ül Kübra’ya tam
130 parça eserle işte batının ateizm, agnostizm, deizm, pozitivizm, liberalizm,
sekülerizm, narsizm, hedonizm gibi tüm virüslerine karşı direndi, direniş ruhu
aşıladı.
Virüsler/virüslüler/virüsçüler
ona karşı çaresiz kalınca kendisini ortadan kaldırma yoluna gittiler ama
Allah’ın yardımıyla ona karşı da direndi. O’nun aşısının tutacağını fark
edenler, henüz daha kendisi Ankara’da mecliste iken onu zehir dolu aşı ile öldürmek
istediler, başaramadılar.
Ve
o dönemde yayılan virüsün boyutlarını görünce 16 Nisan 1923 senesinde
Ankara’dan ayrılıp Van’a dönmeye karar verdiğinde tren istasyonunda sürpriz bir
soruyla karşılaşır:
“Hocam,
heykel hakkındaki kanaatiniz nedir?”
Soran
zatı çok iyi tanımış ve eserlerinde O’nunla ilgili ifşaatlara yer vermiştir.
Sorudaki kastı da anlar ama metanetle konuşur ve ders vermekten geri durmaz:
“Büyük
Kur’an’ımızın bütün hücumu heykelleredir. Müslümanların heykelleri ise
hastahaneler, mektepler, mabetler, yollar gibi abideler olmalıdır.”
Korona
gibi salgınlar en fazla insanın bu dünya hayatına zarar verir. Ancak yukarda
bahsettiğimiz virüsler ebedî bir hayatı mahvediyor. O yüzden onlara karşı
Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin tavsiyelerine kulak vererek çok çok
tedbirli, âgâh, müteyakkız ve dikkatli olmak elzemdir.