Bazı
ülkelerin bakanlarının, komutanlarının ve üst düzey bürokratlarının da
hastalığa yakalanması virüsün ne kadar kolay ve hızlı yayıldığı gerçeğini
pekiştiriyor.
Ülkeler,
vakalar, ölümler, zararlar, sınırlamalar bir yana, meselenin asıl can alıcı
tarafı; bu kadar bilgi, birikim, tecrübe, yetenek ve teknolojisine rağmen
insanlığın bir virüs karşısındaki paniği, telaşı, kaygısı, çaresizliği,
hezimetidir.
Nereden
ve kimden geleceğini bilmediğimiz, tartılamayacak kadar hafif, görülemeyecek
kadar ufak, kaçılamayacak kadar sinsi bir asker gibi sirayet ederken adeta
acizliğimizi yüzümüze öyle çarpıyor ki, fark edilemeyecek kadar küçülen
cüsselerimizle karşısında yekvücut olsak dahi işe yaramıyor.
Kıyamet
aniden çarpan makro felakettir de insan denilen canlı türü, sanki bu virüsle
“eyne’l meferr” (kaçacak yer neresi) ortak koduyla lokal ve yavaş bir kıyamet
simülasyonunda.
“Allah”
demekten ısrarla kaçınırken her probleminde, her ihtiyacında gücüne, zekasına,
bilgisine, araçlara, vesilelere ve kazandıklarına tutunmuş bugünün ekser insanı
da, başına gelen felaketin çetelesini tutup avunurken, Nuh(as)’ın oğlunun “Beni
sudan koruyacak bir dağa sığınacağım” (Hud 43) tavrını taklid ediyor.
Gelinen
noktada artık şu ülkede var ya da yok demenin yahut rakamlı yoklamaların pek
bir anlamı yok.
Kahhar-ı
Zülcelal bir memlekette yaşayanı değil, dünyanın her tarafındaki beşeri
perçeminden tutuyor. Ve ‘ey Amerikalı!’ ‘ey siyonist!’, ‘ey sömürü ve ezikliğe
razı olanlar!’ filan demiyor; ‘ey insan!’ diyor.
Ey
ışıltılı dehrin zehrini umursamadan kentlileştikçe yalnızlaşan ve sürekli
“söyle bana benden daha fazlası var mı” diye seslendiğinde, “en layığı, en
haklısı ve en eni sensin” dalkavukluğundaki aynalarla varlığına değer biçen
zevkin insanı, kendine gel!
Ağzının
tadını verdiğinde unutuyorsun, bari kaçırdığında hatırla ki, seni yoktan
yaratan biri var. Bulutları dilediği yere sevk edip yağmur yağdırdığı gibi,
göklerin ve yerin ordularından dilediğini de istediği yerde çalıştırır, yayar,
azaltır, çoğaltır.
Ey
tutkularının kafesini bal kovanı zannettikçe, konduğu çiçeklerin solmasını
tevil etmekten yorulan ve örttüğü mezarın etrafında düşleriyle avare olmuş
keyfin insanı, yola gel! Sen kutsalsız, dinsiz, aşkın bir mukaddesi kabul
etmeden yapamazsın, her nereye sapıp uzaklaştıysan, yörüngene dön! batan gemide
ateist kalmadığını çok iyi biliyorsun, o bildiğin Hakka yönel!
Ey
dağların bile reddettiği emaneti omuzlarken kör cesaretine meleklerin secdesini
referans gösterdiği halde her rahatladığında ilim denen nişanlarını özgürlük
derelerine atarak şahsiyetinin boynuna yağlı urgan geçirmiş, anlam cennetinin
kaçkını, vicdanının, özünün, fıtratının celladı! Sen şu virüsün üstünde de
halife seçildin. Döktüğün kan, çıkardığın fitne fesad, bozduğun düzen,
kirlettiğin arz ortada. Haydi sana bütün isimleri öğretenin adına bir daha
itiraf et kusurunu. Bir istiğfar daha söyle o öğrendiklerinle..
Ey
yerini doldurulmaz gördükçe vazgeçilmezliğini kanunlaştıran, başkasının
yoksulluğundan kazandığını kâr sayan fazilet fukarası! Şimdi şifaya, devaya,
ilaca, sıhhat ve afiyete muhtaç olanların acısında, ağrısında, sızısında,
iniltisinde kendi kusurlarının, günahlarının, ihmallerinin payını görme vakti.
Bir daha bak..
“Ey
insan! Seni yaratıp seni düzgün ve dengeli kılan, seni istediği bir şekilde
birleştiren, ihsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitar 6-8)
Peki
ne mi olacak? Fazla sürmeyecek. Ders bitene kadar virüs ya da başka kullar
işini yapmaya devam edecek..