Basit bir metaforla başlayalım.
Malum cep telefonu kullanımında, ‘her yöne şu kadar dakika konuşma, şu kadar sms, şu kadar internet’ şeklinde bir konsept var. Allah (cc) da insana şu dünyada ömür lütfederken -tabiri caizse- bunu bir paket olarak veriyor. Bu paket içinde her yönden gelecek olan rızık, imtihan, dost ve düşman gibi birçok detay var.
Burada özellikle düşmanın altını çizelim. Neden? Çünkü, şeytanın en fazla unutturduklarından biri de kendisinin ve dostlarının ömrümüz boyunca mutlak düşmanımız oldukları gerçeğidir. Bu arada şeytanın insan üzerinde unutturma gücüne sahip olduğunu da hatırlayalım. (bkz: Yusuf 42, Kehf 63)
Tüm hususiyetleri hücrelerinde kayıtlı, yapıp söyledikleri yazılı ve nefesleri sayılı olan insanın, düşmansız kalması, ölmesi demektir.
“Andolsun ki şeytan, sizin apaçık düşmanınızdır. Öyleyse siz de onu düşman olarak görün.” (Fatır 6)
“Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır.” (Nisa 101)
“Andolsun, insanlar içinde, mü’minlere en şiddetli düşman olarak yahudileri ve müşrikleri bulursun.” (Maide 82)
Sürekli kötülüğü emreden ve terbiye/tezkiye anlamına gelecek olan nefs-i emmaremize düşmanlık ise en zor olanıdır: “Senin en şiddetli düşmanın, iki yanının arasında bulunan nefsindir.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 1/143)
Gelişip ilerleme, seçilme, arınma, acizliğini hatırlayıp Rabbe yönelme ve dayanışma gibi nice hikmetlere mebnî olan “düşmanlı yaşam” hakikati için, Merhum Necip Fazıl’ın şu dizelerini ezbere bilmeyen yoktur:
“Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın. Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın.”
O yüzden meselâ ceylanların neslini sürdürmeleri için, aslan ve kaplan gibi yırtıcılardan uzaklaşmaları değil, tam aksine onlarla aynı bölgede yaşamaları gerekir.
Peki o zaman şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kutsallarımıza saldıranlara karşı düşmanlığımızın nitelikle niceliğini ciddiye almadığımızda ve “bugün İslam ile savaşanlara karşı ne kadar düşmanlık yaptım” diye kendimizi hesaba çekmediğimizde, inancımızla verilen yaşam paketimiz yenilenmez.
Kısaca medeniyetimiz, izzetimiz, heybetimiz, heyecanımız, sanatımız, kültürümüz, birliğimiz, dirliğimiz ölür. Bugünün firavunlarına düşmanlık yapmayanların da akıbeti, geçmişte olduğu gibi herhalde kölelik ve zilletten başkası olamazdı.
Ve düşmanların bize karşı şımarık tavırlarını görünce de, daha derin bir muhasebeye ihtiyacımız olduğunu anlıyoruz.
Misalen şöyle sorarak: “Amellerimizdeki huşu ve ihlasın noksanlığı mı, Kuran ve Sünnet yolunda aşkla şevkle çalışıp çabalamaktaki hafifliğimiz mi, birbirimizi yeteri kadar samimi duygularla sormayışımız, dertlerine koşmayışımız mı, acaba hangisi düşmanı bize karşı küstahlığa sevk ediyor?”
Hz. Harun(as)’ın, kendisine karşı hiddetlenen Hz. Musa’ya söylediği cümleler arasında şu ifade ne kadar da manidardır:
“beni düşmanıma karşı gülünç duruma düşürme!” (A’raf 150)
“Gülünç duruma düşürme” diye çevrilen “şamata” kelimesi Türkçe’de de aslıyla kullanılıyor ve isabet eden bir bela karşısında düşmanın gürültü ve patırtı çıkararak sevinmesi gibi bir anlama geliyor.
Yine şu Hadis-i Şerif de düşmanın şamatasına dikkat çeker: “Belanın zorlamasından, şekavetin(sıkıntı) erişmesinden, kaderin fena olmasından ve düşmanın şamatasından Allah’a sığının.” (Müttefekun aleyh)
Şimdi daha yüksek sesle sorma vakti değil mi: Bu Trump ve mel’un ortaklarını Müslümanların izzetine ve haysiyetine karşı bu kadar cüretli, bu kadar alaycı, bu kadar şamatacı ve bu kadar kibirlendiren şey ne?
Ve tekrar be tekrar şu soruyu sorma vakti:
“Bugün Allah düşmanlarına karşı ne yaptık? Ne hazırladık?”