Bazen düşünmeden edemiyorum.
‘Biz’, ‘toplum’ veya ‘Müslümanlar’ nasıl tanımlarsak
tanımlayalım niçin bu haldeyiz?
Niçin hep ‘acı, keder, dert ve çile’ bizim payımıza
düşüyor?
Niçin ‘kötü gidişattan, verimsiz eğitimden, bir türlü
düzelmeyen ekonomiden ve yozlaşan ahlaktan’ şikâyet eden taraftayız?
İnsan gücümüze, asırları bulan tarihsel tecrübemize, iyi
ve adil yönetim örneklerimize pratik zekâmıza, yer altı ve üstü kaynaklarımızın
çokluğuna niçin ilerlemişlik ve gelişmişlik yolunda bir ileri iki geri
gidiyoruz?
Sorular, sorular… Zihni şahsım, toplum, ümmet ve yarınlar
adına alabora eden sorular…
Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?/ Mahşerde mi
bîçârelerin, yoksa felâhı!
Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun! / 'Yandık!
'diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!
…
İslâm ayakaltında sürünsün mü nihâyet?/ Yâ Rab, bu ne
hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet?
Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ? / Zâlimleri adlin,
hani öldürmedi hâlâ
Câni geziyor dipdiri... Can vermede mâsûm / Suç
başkasınındır da niçin başkası mahkûm?
Yoksa biz de şair gibi işi umutsuzluğa ve karamsarlığa mı
vursak?
Bu deli divane soruları zihin kuyumuza kim attı?
Bu sorularımıza merhem kırk akıllımız olmayacak mı?
Dillerden akan tumturaklı cümlelere; adalet, ahlak ve
fazilet dolu ifadeler akan ağızlara bakıyorum da ev, sokak, ekran ve
şehirlerdeki iğrenç ve insanlık olarak dibe vuran pratikler kimin diye
şaşırıyorum. Şuur dilde kaldı, kalbe indiremedik diye kendimi ikna etmeye
çalışıyorum; ama meğerse dildeki doğru ve güzel cümleler de bir şuurun
etkisiyle değil ‘bir özenti, başkalarına karşı kasılma’nın kompleksiyle tatsız
tuzsuz kalıyor.
Dışı içe çeviremediğimiz gibi içi de dışın kirleri ile
tanınmaz hale getirmişiz.
‘Kelimelerin yerlerini değiştirdiler’ ilahi beyana
kayıtsız kaldığımız için ruh dünyamıza ve toplumsal ilişkilerimize şekil ve
renk veren kavramlarımızı başkalarının elinde ruhsuz ve sönük hale getirdik.
Kader’i şans’la, tecrübe’yi edinim’le, şuur’u bilinç’le… anlatır ve tercih eder
olduk. Ve onların elinden medeniyet(!), teknoloji ve ekonomik artı dilendiğimiz
gibi kavram da dilenir olduk.
Etken, aktif ve özne bir konumdayken ‘nemelazımcılık,
vehn ve tembellik’ gibi illetlerle edilgen, pasif ve nesne derekesine düştük.
Tükettiğimiz ürettiğimizden çok olduğu için ya harama
tevessül eder olduk ya da açığımızı kapatmak için birilerine perestiş eder
olduk.
Kaderin bize sunduğunu veya yüklediğini sabır ve şükür
ile karşılamayı unutup ‘kaderci’ bir yaklaşımla teslim bayrağı çektik. Veya
kimilerimiz daha ileri giderek ‘isyan’ diliyle Rabbe karşı ateistçe, deistçe ve
cinsiyet eşitliği bataklığında küstahlaşır oldu.
Suyu kendi mecramızda akıtamadığımız gibi başka
mecralardan çeşitli izm’ler, ideolojiler, fanteziler ve hevesler uğruna
kirlenmiş sulara kulaç atar olduk.
Kendi, aile, toplum ve ümmet gündemini belirlemekten aciz
kaldık ve kaçar olduk; başkalarının gündemine takılıp ‘mücahid’ görünümüne
büründük.
Elhasıl, yaklaşan yeni yıl/noelle ilgili gazete, ekran,
billboardlara ve nimeti Allah’tan değil Nimet abla(!)larından dilenenlere
bakınca halimizin pür melal olduğunu gördük.