Advert
as

Kendimiz Olmaktan Kaçınca Bu Hallere Düşer Olduk

  • YUSUF ARİFOĞLU
  • 2019-12-30 11:40:37
  • 4518 Görüntülenme
  • Bazen düşünmeden edemiyorum.

     ‘Biz’, ‘toplum’ veya ‘Müslümanlar’ nasıl tanımlarsak tanımlayalım niçin bu haldeyiz?

     Niçin hep ‘acı, keder, dert ve çile’ bizim payımıza düşüyor?

     Niçin ‘kötü gidişattan, verimsiz eğitimden, bir türlü düzelmeyen ekonomiden ve yozlaşan ahlaktan’ şikâyet eden taraftayız?

     İnsan gücümüze, asırları bulan tarihsel tecrübemize, iyi ve adil yönetim örneklerimize pratik zekâmıza, yer altı ve üstü kaynaklarımızın çokluğuna niçin ilerlemişlik ve gelişmişlik yolunda bir ileri iki geri gidiyoruz?

     Sorular, sorular… Zihni şahsım, toplum, ümmet ve yarınlar adına alabora eden sorular…

     Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?/ Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!

     Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun! / 'Yandık! 'diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!

     

     İslâm ayakaltında sürünsün mü nihâyet?/ Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet? 

    Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ? / Zâlimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ 

    Câni geziyor dipdiri... Can vermede mâsûm / Suç başkasınındır da niçin başkası mahkûm? 

    Yoksa biz de şair gibi işi umutsuzluğa ve karamsarlığa mı vursak? 

    Bu deli divane soruları zihin kuyumuza kim attı? 

    Bu sorularımıza merhem kırk akıllımız olmayacak mı? 

    Dillerden akan tumturaklı cümlelere; adalet, ahlak ve fazilet dolu ifadeler akan ağızlara bakıyorum da ev, sokak, ekran ve şehirlerdeki iğrenç ve insanlık olarak dibe vuran pratikler kimin diye şaşırıyorum. Şuur dilde kaldı, kalbe indiremedik diye kendimi ikna etmeye çalışıyorum; ama meğerse dildeki doğru ve güzel cümleler de bir şuurun etkisiyle değil ‘bir özenti, başkalarına karşı kasılma’nın kompleksiyle tatsız tuzsuz kalıyor.

     Dışı içe çeviremediğimiz gibi içi de dışın kirleri ile tanınmaz hale getirmişiz.

     ‘Kelimelerin yerlerini değiştirdiler’ ilahi beyana kayıtsız kaldığımız için ruh dünyamıza ve toplumsal ilişkilerimize şekil ve renk veren kavramlarımızı başkalarının elinde ruhsuz ve sönük hale getirdik. Kader’i şans’la, tecrübe’yi edinim’le, şuur’u bilinç’le… anlatır ve tercih eder olduk. Ve onların elinden medeniyet(!), teknoloji ve ekonomik artı dilendiğimiz gibi kavram da dilenir olduk.

     Etken, aktif ve özne bir konumdayken ‘nemelazımcılık, vehn ve tembellik’ gibi illetlerle edilgen, pasif ve nesne derekesine düştük.

     Tükettiğimiz ürettiğimizden çok olduğu için ya harama tevessül eder olduk ya da açığımızı kapatmak için birilerine perestiş eder olduk.

     Kaderin bize sunduğunu veya yüklediğini sabır ve şükür ile karşılamayı unutup ‘kaderci’ bir yaklaşımla teslim bayrağı çektik. Veya kimilerimiz daha ileri giderek ‘isyan’ diliyle Rabbe karşı ateistçe, deistçe ve cinsiyet eşitliği bataklığında küstahlaşır oldu.

     Suyu kendi mecramızda akıtamadığımız gibi başka mecralardan çeşitli izm’ler, ideolojiler, fanteziler ve hevesler uğruna kirlenmiş sulara kulaç atar olduk.

     Kendi, aile, toplum ve ümmet gündemini belirlemekten aciz kaldık ve kaçar olduk; başkalarının gündemine takılıp ‘mücahid’ görünümüne büründük.

     Elhasıl, yaklaşan yeni yıl/noelle ilgili gazete, ekran, billboardlara ve nimeti Allah’tan değil Nimet abla(!)larından dilenenlere bakınca halimizin pür melal olduğunu gördük.