Kavafis,
muhteşem şiiri ‘Barbarları Beklerken’de iç açıcı olmayan bir varoluşun
kendisini muhayyel bir düşmana bağlayışını, onun ruh halini çarpıcı şekilde
anlatır. Düşmanın varlığı aklın, mantığın ve gerçekliğin izlerine
dayandırılmadığı gibi böyle bir arayışa gerek de duyulmamıştır. Zira muhayyel
düşmana, varlığımıza dönük oluşturduğu tehdit için dikkat çekilmemekte, mevcut
kimliğimize, varlığımıza, varoluş şeklimize dayanak ve meşruiyet sağladığı için
ihtiyaç duyulmaktadır. Kimliğimizin, varlığımızın ve varoluş şeklimizin gerçek
anlamda ‘kurucu dış’ıdır muhayyel düşman. O yüzden Kavafis şiirini bu ‘kurucu
dışı’ın anlam ve önemine ilişkin vurucu sözlerle bitirir:
…
Ve
sınır boyundan dönen habercilere göre,
Barbarlar
diye kimseler yokmuş artık.
Peki,
biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?
Bir
çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.
Evet,
‘bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.’ Veya onlar sorumsuz yaşamımıza mazeret
miydi desek? Kavafis’in şiirini tahlil etmek niyetinde değilim. Şiir bana
bitirdiğimiz 2018-2019 eğitim-öğretim yılı vesilesiyle eğitimle kurduğumuz
ilişkiyi çağrıştırdı. ‘Barbarları Beklerken’, nasıl muhayyel düşmanın varlığı
üzerinden içerdeki statükonun devamı, nasıl akıl, mantık ve gerçekliğe
bakılmaksızın nahoş yaşamımıza gerekçe üretiminin ‘korku’ üzerinden
sağlandığını anlatıyorsa eğitim faslında da bizler aynı ‘tarz’ı işleterek
muhayyel bir çözümü, akıl, mantık ve gerçekliği dikkate almayan kurtuluş
reçetelerini dayanaksız, boş çıkmaya mahkûm ‘umut’ üzerinden temellendiriyoruz.
Mevcut başarısızlığımızı ikrar edip bu başarısızlığımıza fi tarihinde neden
olarak iliştirilmiş klişeleri sıraladığımızda çözüm olarak dile getirdiğimiz
her güzel cümlenin gerçekten çözüm olacağını, olmak zorunda olduğunu umutla
bekliyoruz. Ancak zamanın geçmek gibi bir huyu var. Heyecanla sorunlarımıza
mekanik tarzda iliştirdiğimiz muhayyel çözümümüzün çözüm olmadığını, tersine
şikâyetçisi olduğumuzu düşündüğümüz mevcut durumumuzun en önemli muharrik gücü
olduğunu yeniden deneyimlemek zorunda kalıyoruz. Deneyim gerekli ders
alınıyorsa tecrübeye dönüşüyor. Yoksa ‘benim oğlum bina okur, döner döner yine
okur’da dile geldiği üzere bir kapana, sorun büyüten bir anafora dönüşür.
Eğitim
tarihimiz, talep ve beklentilerimizi karşılamayan bir sorun-çözüm repertuarına
mahkûm edildiğimizi gösteriyor. İstikrarlı bir başarısızlıkla, büyüyen bir
memnuniyetsizlikle boğuşuyoruz alanda. Hiçbir şey yapmıyoruz şeklinde
anlaşılmasın! Aksine, çok şey yapıyoruz. İnanılmaz emek, zaman, para, insan
kaynağı harcıyoruz. Tıpkı ‘Barbarları Beklerken’ de inanılmaz bir emek, zaman,
para, insan kaynağı harcandığı gibi. Peki, ya geleceklerini düşündüğümüz ve
hazırlık yaptığımız ‘Barbarlar’ gerçekte yoksa? Ya çözüm olarak yaptığımız
çalışmalar ile varsaydığımız sorun arasında akıl, mantık ve gerçeklik üzerinden
bir bağ kuramamışsak?
Yükseköğretimle
birlikte 20 milyonu aşan öğrenci sayımızla çoğu ülkenin nüfusundan fazla insanı
barındırıyoruz sistemde. Eğitimcileri ve öğrenci ailelerini de kattığımızda
nüfusun nasıl büyüdüğünü söylemeye gerek yok. Milli Eğitim Bakanlığı’na atanan
Sayın Ziya Selçuk’un getirdiği iyimser havayla başlayan eğitim-öğretim yılında
göze çarpan önemli hususlar 2023 Eğitim Vizyon Belgesi, Yeni Eğitim-Öğretim
Çalışma Takvimi Modeli ve Yeni Ortaöğretim Sistemi oldu. Eğitim düzeneğimizin
ana aksına sadık kalınarak yapılan bu düzenlemelerin öncülleri gibi büyük çaplı
bir değişime neden olamayacaklarını, onlar gibi benzer bir akıbetle
sonuçlanacaklarını söylemenin müneccimlik veya müzmin muhaliflikle ilintili
olmadığını belirtelim. Tıpkı geçen yıl bir anda yapılan Ortaöğretime Geçiş
Sistemi’ndeki değişikliğin yaşadığı akıbet gibi. Biz sıkıntımızı bir türlü
‘doğru çözümü’ bulamamak şeklinde anlıyoruz. Hâlbuki sorunu, sorun tespitini ve
çözüm olasılıklarını belirleyen zemini görmezsek, onu tartışmazsak benzer
şeyleri yaşamaya devam ederiz.
Bilgi
ile beslenmesi gereken bir nüfusumuz olduğunu ve bunları belirli ‘bilgi dolum’
istasyonlarına alıp yükleme yapacağımızı söylüyoruz. Bu yüklemenin dozajı,
saati, aktarılacak karışım ve karışımın oranı gibi hususlar üzerinden
sorun-çözüm sistematiğimizi kurmuş durumdayız. Oysa bu ilişki, bu düzenek, bu
hiyerarşik konumlandırma vs. gibi çok daha yapısal, çok daha sofistike
tartışmalar yapmak durumundayız.
Zaman
zaman tarihin dışında kalmaktan, tarihe girmekten bahsedilir. Daha çok siyaset,
uluslararası ilişkiler bağlamında dile gelen bu tespit; hayat ile kurduğumuz
ilişkinin mahiyeti nedeniyle her alanda geçerlidir. Eğitim bahsinde de tarihe
girmemiz zarureti ile karşı karşıyayız. Biz kimiz, neyiz, neyin varisiyiz, neye
talibiz vs. gibi temel soru(n)larımız yanında neredeyiz, hangi dünyadayız,
hangi ilişki ağındayız, hangi araçlar dolaşımda, soluduğumuz dünyanın
düşünsel-zihinsel iklimi nedir, bu iklimi kimler nasıl dokuyor vs. gibi
yüzleşilmesi, hakkı verilmesi gereken çok zor soru(n)larımız var. Tüm bu
soru(n)lar üzerinden ‘varoluş’ hamlemizi belirli bir dönemin ve anlayışın ürünü
olan bir yapıyı sorgulamaksızın, o yapıyı ısrarla muhafaza edip sonuçları
üzerinden yürütülecek teknik-tali-yüzeysel bir tartışmaya-arayışa
dayandıramayız. Bu bir tuzaktır, bu bir aldatmacadır, bu tarihten kaçış, tarihe
girmemek için bahane üretimidir. Maalesef Türkiye’de de dünyada da yaşanan
budur.
Tekrar
edelim, mevcut zorunlu/kitlesel eğitimin bir tarihi var, belirli koşulları ve
amaçlılıkları var. Varlık şartlarını büyük oranda yitirmiş bu formu ısrarla
sürdürmenin kötü bir alışkanlık, bir türlü kurtulunamayan bir ‘bağımlılık’
dışında makul bir izahı yok. Başarısızlık ve memnuniyetsizlik; öğrenci-öğretmen
tembelliği veya veli ilgisizliği kaynaklı olmaktan ziyade mevcut okulun
kodifikasyonunda içkindir. Cem Yılmaz’ın reklam filminde belirttiği gibi bazı mekânlar
nasıl oynatıyorsa aynı şekilde bazı mekânlar da tembelleştirir/aptallaştırır.
İnsanlara ne söylediğiniz, hangi retorikle taltif ettiğiniz değil onları hangi
muameleye tabi tuttuğunuz önemlidir. Her insanın biricikliğini veya her
öğrencinin özel olduğunu dile getirip onları hiç de biricik ve özel olmayan
merkezi, zorunlu ve kitlesel pratiklere mahkûm ediyorsanız olası sonucun ne
olacağını beklentileriniz değil gerçekliğin bu sert ve acımasız koşulları
belirleyecektir. O yüzden cafcaflı söylemler yerine bu acılı ve sert pratiğe
bakmalıyız, o yüzden başarı ve memnuniyet için taktik, yöntem, materyal
geliştirmekten önce sahanın, zeminin ne olduğuna odaklanmalıyız.
Bugün,
Bauman’ın ifadesiyle 19. yüzyılın ‘katı modernlik’i yok, pozitivist anlayış
yok, vatandaşların ruhunu tek bir kalına dökmek isteyen ‘ulus devlet’
motivasyonu yok, basit beceriler gerektiren fordist düzen yok, bilginin üretim
ve dağıtım tekelini elinde bulundurabilecek otorite yok, böyle bir otorite
pratiğinin imkanı yok, matbaaya dayalı yazılı
kültürün egemenliği yok! Bambaşka bir dünyadayız ve bambaşka bir dünyada daha
önceki bir dünyayı yaşayamayız, yaşamamalıyız. Hem zamanı geçtiği, koşullarını
yitirdiği için yaşayamayız hem de çok daha önemlisi ne ilkesel anlamda ne de
pratik/pragmatik anlamda yaşanmaya değer bir tarafı olduğu için yaşamalıyız.
Eğitimi
sevmek, eğitime önem vermek ile zorunlu eğitime, kitlesel eğitime, belirli
şartlarda oluşmuş bir forma bağlılık göstermek başka şeyler. Belirli şartlarda
oluşmuş anakronik bir formu eleştirmenin eğitimi eleştirmekle, eğitime önem
vermemekle bir alakasının olmayışı gibi. Yapıla geldiği gibi eğitimi
zorunlu/kitlesel eğitim formuyla özdeş tutmaktan, alandaki egemen felsefeyi,
paradigmayı ideoloji, politika, değer bağı olmayan hakikatler olarak görmekten
vazgeçmeliyiz.