Günümüzün en büyük problemlerinden biri anlayışsızlıktır.
“Konuşuyoruz, kimse dinlemiyor; dinlese anlamıyor, anlasa anladığını
uygulamıyor. “Siyaset böyle, ekonomi böyle, eğitim böyle, hukuk böyle, aile
böyle hangi tarafa baksak sıkıntı. Nasıl olacak bu iş?” diye düşünebiliriz.
Bu sorunun temeline inip konuyu irdelediğimizde bir tasnif yapabiliriz. Yaptığımız tanımla ve tasnifte şemanın ana başlığına ihtiyaç yazabiliriz. İhtiyaç çok geniş kapsamlı her dersin konusu olduğu gibi her insanın dikkatini çektiği bir kavramdır
İhtiyacı, maddi manevi olarak ayırdığımız gibi bireysel ve toplumsal olarak da ayırabiliriz. Bireysel ve maddi ihtiyaç maneviyattan uzak olduğu için kültürel gecikmeye sebebiyet vermektedir. Nedir kültürel gecikme? Manevi kültürün maddi kültüre ayak uyduramamasıdır.
Maddi değişim hızlı olduğu için maneviyat geri planda kalmakta. Bu anlayışla birlikte sevgi, saygı, ahlak ihtiyaç olmaktan çıkıp maddi kazanımlar için araçsal hale dönüşmekte.
Her insanın ihtiyacının farklı olmasını kısaca şöyle özetleyebiliriz:
Vaktiyle ergin bir Şeyh, yıllarca yanında yetiştirdiği müridini imtihan etmek ister. Onun eline iri bir pırlanta verip “Oğlum” der: “Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.” Mürit elinde pırlanta bir bakkal dükkânına girer ve “Şunu alır mısınız?” diye sorar.
Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği mücevheri alır; elinde evirir çevirir, sonra: “Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın” der. Mürit, teşekkür edip çıkar. Bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği mücevhere ancak bir beş lira vermeye razı olur.
Üçüncü olarak semerciye gider: “Buna ne verirsiniz?” diye sorar. Semerci şöyle bir bakar, “Bu” der, “benim semerlere iyi süs olur. Bundan kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm.” Mürit en son olarak kuyumcuya gider. Kuyumcu mücevheri görünce yerinden fırlar. “Bu kadar büyük pırlantaya nereden buldun?” diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. “Buna kaç lira istiyorsun?” Mürit sorar: Siz ne veriyorsunuz?” “Ne istiyorsan veririm.” Mürit, “Hayır, veremem.” diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar: Ne olur bunu bana sat. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.” Mürit, emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.
Şeyh'inin yanına dönen Mürit, büyük bir şaşkınlık içinde macerasını anlatır. Şeyh sorar: “Bundan ne anladın?” Müridin verdiği cevap çok doğrudur: “Bir şey ancak değerini bilenin yanında kıymetlidir.” Şeyh ilave eder: “İşte oğlum sen de, sana verdiklerimi, bildirdiklerimi ve öğrettiklerimi onun kıymetini bilmeyenlere verme. Eğer bir kimseye mutlaka vermek istiyorsan, önce vereceklerinin kıymetini tanıt, onlara saygıyı öğret, sonra ver.” Niceleri vardır ki, nadide güllerden meydana gelen şahâne gül bahçesini, dikenli otlardan meydana gelmiş otlar sanır da çiğner geçerler.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; kimi gül bahçesinin kıymetini bilmezken kimi de güllerin Efendisinin kıymetini bilmeyerek farklı ihtiyaçlara yönelmekte.
Selam ve dua ile…